24 Mayıs 2012 Perşembe



Karika(kül)tür

Evet karikatürün mizah, eğlence ve düşündürücü unsurları bir yana, başlı başına bir kültür ürünüdür kendi içinde. Bende bunu özellikle genç kuşak arasında popüler olan kültürün dünya ve ülkemizde işlevi hakkında kalıplaşmış bilgileri blogumda gün ışığına salacağım.

Karikatür, ele aldığı konuları komik veya iğneleyici olması için abartan ve çarpıtan resim türüdür. Edebiyatta abartılı ve çarpıtıcı betimlemelerin, aynı amaca yönelik olarak kullanılması. Basında karikatürler sosyal ve siyasi eleştiri yapmak için sıklıkla kullanılır. Ayrıca tüm dünyada bu amaçla düzenli olarak yayımlanan dergi ve gazeteler mevcuttur. Tüm bunların yanında farklı amaçlar için de karikatürler bulunmaktadır.

Karikatür ismi, İtalyanca yüklemek veya sorumlu tutmak anlamına gelen caricare- sözcüğünden türemiş olup, ilk defa İngiliz doktor Sir Thomas Browne'un 1716 yılında yayımladığı Christian Morals adlı kitapta geçmiştir. Bu bağlamda, karikatür anlam yüklenmiş resim anlamına gelmektedir. Karikatür öğretmeni Sam Viviano'ya göre bu, gerçek yaşamdaki insanların tarifi olup, kurgusal insanların yeniden üretimleri değildir. Yine kimi çevrelerce karikatürist olarak kabul edilen ve aynı zamanda birçok çizgi filme de imza atan Walt Disney, yaptığı en zor şeyin, insan gibi davranacak bir hayvana vereceği en uygun karikatür ifadesinin nasıl olacağını bulmak olduğunu söylemiştir.

Tarihçe

Bilinen en eski modern karikatür örnekleri, belirli kusurlarını modele dökmek için insanları gözlemleyen Leonardo da Vinci tarafından verilmiştir. Bunlarda amaç, özgün olanın bir portreden daha vurucu olduğu izlenimi vermekti. Gian Lorenzo Bernini (1598-1680), yine bu alandaki ilk sanatçılardan biri olup, bir insanı üç-dört çizgiyle mizahi olarak betimlemeyi başarmasıyla bilinmektedir. Karikatür sanatı, zamanla Fransa ve İtalya'daki kapalı aristokrat kesiminde

Dünyada yayımlanan ilk karikatür kitabı İngiltere'de basılan ve Mary Darly'nin A Book of Caricaturas (1762) adını verdiği eserdir. Yine 18. yüzyılda bu alanda uzmanlaşan İngiliz Thomas Rowlandson (1756–1827) ve James Gillray (1757–1815) gibi isimler de önemli eserler vermiştir.

Günümüzde karikatür geniş olarak yapılan, hemen hemen her ülkede okuyucusu ve hayranı bulunan, düzenli olarak dergiler veya kitaplar halinde satılabilen bir sanat dalıdır. Günümüzde özellikle siyasi ve sosyal yergi amacı güden karikatürler çok yaygındır.

Türkiye'de Karikatür

Daha önceki dönemlerde de örnekleri olmasına karşın, çağdaş karikatür 19. yüzyılda kitle iletişim aracı olarak gazete ve dergilerin yaygınlık kazanmasıyla gelismiştir. Türkiye'de ortaya çıkışı da bu alandaki gelişmelerle hemen hemen aynı döneme rastlar. Tanzimat döneminden sonra gazete ve dergilerin çoğalması ve baskı tekniklerindeki ilerleme anlatım aracı olarak grafik sanatlarından yararlanmayı da birlikte getirmiş, gazetelerde, dergilerde haberleri anlatan ya da destekleyen çizimler, resimleme çalismaları görülmeye baslamıştır. Bir süre sonra bu anlatım biçimlerinden batıda olduğu gibi eleştiri ve gülmece amacıyla yararlanma düşüncesi ortaya çıkmış ve uygulanmıştır. Giderek bu işin uzmanı sanatcılar yetişmiş, hatta yalnız bu tür çizimlere dayanan gülmece gazete ve dergileri yayımlanmıştır.son döneme ait besleyici sanatçılardan Uğur Kavak demiştir ki:karikatür çizilmeyen,aksine kendiliğinden oluşan bir izdüşümdür.

Başlanğıç Dönemi

Karikatür Türkiye'de batı etkisi altında gelişmiş sanatlar arasındadır. Ama bize özgü sanatlar arasında karikatürün özelliklerini taşıyan yaratı alanları da bulunmaktadır. Sözgelimi, minyatürde çizimin önemli bir yeri vardır. Bazı minyatürlerde oldukça abartılmış figürlere rastlanır. Karagöz oyununda kullanılan figürler de fazlasıyla kendine özgü, abartılmış çizgilerle gülünç tipler çizerler. Karikatürün en önemli öğesi olan gülmece ise cok eskiçağlardan beri Anadolu insanının kullandığı bir dişavurum biçimidir. Hitit kabartmaları incelendiğinde, işlevi eğlencelerde insanları güldürmek olduğu anlaşılan kişileri canlandıran kabartmalara rastlanır. Nasreddin Hoca ve Bektaşi fikaraları ise daha yakın çağlardan örneklerdir. Ortaoyunu gibi gösteri sanatları özgün ve abartılı tiplerle gülmeceyi kullanan anlatım araclarıdır. Bütün bu birikimler Türkiye'de karikatüre hazır bir ortam yaratmıştır diyebiliriz.

Osmanlı döneminde ilk karikatür 1867'de yayımlanmıştır. 1870'te Teodor Kasap'ın yayımladığı Diyojen ise ilk Türk gülmece dergisidir. Bu dergiyi başkaları izlemekle birlikte, ilk karikatürlerin yayımlanmasından sonra uzunca bir süre karikatürsüz bir dönem yaşandı. II. Abdülhamid'in baskıcı yönetimi gazete ve dergilerin çıkmasını engellemiş, çıkabilenlerde de eleştiri amaçlı gülmeceye izin verilmemiştir.

Bu dönemde Türk karikatürü Türkiye dışında yayımlanan gazete ve dergilerde yer alarak sürdü. 1908'de II. Meşrutiyet'ten hemen sonra bu tür yerli yayınlar yeniden çoğaldı, bu da karikatürde bir canlanmaya neden oldu.

İlk dönem Türk karikatürünün özelliklerinden biri çizimlerin resim gibi oluşudur. Başka bir deyişle, karikatürler gerçekçi çizimler üstüne kuruluydu. Abartıyı sağlamak için düzenleme ve çizim özelliklerine önem veriliyor, gülmece daha çok yazıya dayanıyordu. Altyazılarda açıklamalar, karşılıklı konuşmalar yer aliyor, ayrıca çizimde gösterilen figürlerin üstüne de kim ya da ne oldukları yazılarak açıklanıyordu.

Türkler'in dışındakı Osmanlı uyrukları batılılasma hareketine önemli katkıda bulunmuşlardır. Özellikle Ermeni kökenli sanatçılar, tiyatro ve mimarlık alanında olduğu gibi, karikatür alanında da batı etkilerine açık çalişmalarıyla tanınırlar. İlk dönem karikatürcüleri, arasında Nişan Berberyan, Santr, Opçandassis'in yanı sıra Ali Fuat Bey gibi adlar vardır. Bu dönemde pek çok karikatür de imzasız olarak yayımlanmıştır. II. Meşrutiyet'i izleyen dönemde ise Sedat Nuri İleri, Scarselli, A. Rigopulos, Mehmed Baha, Halit Naci, Münir Osman yer alir. Dönemin en önde gelen sanatçısı ise Cemil Cem'dir.

Klasik Karikatür dönemi

Türk karikatürünün ikinci dönemi cumhuriyetin kurulmasını izleyen yıllarda ortaya çıkmıştır. 1928'de yeni Türk alfabesinin benimsenmesi okuryazar sayısını çoğalttığı gibi basın yayın alanında da önemli bir canlanmaya yol açtı. Bu değişme ve gelişmeleri izleyen yıllarda karikatür, günlük gazetelerin ayrılmaz bir parçası olmuş ve klasik Türk karikatürünün en büyük ustaları yetişmiştir.

Bu dönemin karikatürünün en belirgin özelliği çizimdeki değişmedir. Bir önceki dönemin sonlarına doğru başlayan çizimlerdeki yalınlaşma süreci bu dönemde de sürmüştür. Çizimlerde artik en ince ayrıntılardan vazgeçilmiştir. Karikatürün gündelik olması bu ayrıntı düzeyinde çalışmayı olanaksız kılmaktaydı. Dönemin bir başka çizim özelliği de insanların dışındaki varlık ve olguların da karikatür kalıpları içinde çizilmeye başlanmasıdır. Çizim düzeyindeki üçüncü gelişme ise bazısı batıdan alınmış simgelerin ve kalıpların kullanılmasıdır. Örneğin şaşıran birinin şapkası uçar, birinin başının üstünde uçuşan yıldızlar onun canının yanmış olduğunu anlatır. Yazı bu dönemde de gülmeceyi iletmede en önemli öğe olmayı sürdürmüştür. Karikatürler resimlendirilmiş birer fıkra gibidirler. Bir önceki döneme göre bu alanda da bir yalınlaşma gözlenmektedir. Artık olayın hangi ortamda geçtiği, konuşmaların kimler arasında olduğu gibi, çizimin açık seçik gösterdiği şeyler yazıyla açıklanmaz olmuştur. Eskiden olduğu gibi bu dönemde de tümüyle yazısız anlatımların kullanıldığı olmaktadır, ama bunların sayısı çok değildir. Yeni yazıyla yayımlanan ilk karikatür albümlerinin çıkması, ilk karikatür sergilerinin açılması, ilk kadın karikatürcünün yetişmesi yaklaşık 1950'ye kadar süre bu dönem içinde olmuştur.

Dönemin en önemli sanatçısı Cemal Nadir Güler'dir. Bu dönemin özelliği olarak söylenenlerin hepsinde katkısı olan bu sanatçı çizgide sağlam bir anlatım dili kurmuştur. İlk çizgi roman sayılabilecek Amcabey'i yaratmış, onun öykülerini çizgi film biçimine getirmeye çalışarak bu alandaki ilk denemeleri yapmıştır. İlk kadın karikatürcü olan Selma Emiroğlu'nun da öğretmenidir. Cemal Nadir karikatür sanatının sevilmesinin, benimsenmesini sağlamış, genç karikatürcüleri özendirmiştir. Dönemin önde gelen öteki adları arasında Münif Fehim Özarman, Ramiz Gökçe, Ratip Tahir Burak, Kozma Togo, Salih Erimez, Orhan Ural, Necmi Rıza Ayça bulunmaktadır. Bu sanatçılardan birçoğu sonraki dönemlerde de karikatürcülüğü sürdürmüştür.

Çağdaş Karikatür dönemi

Türk karikatürünün üçüncü dönemi 1950'de başlar. II. Dünya Savaşı'nın bitmesinden sonra Türkiye'nin dış dünyaya açılmasına, siyasal ve ekonomik alanda liberalleşmesine paralel olarak basın-yayın yaşamında gözlenen canlanma ve çeşitlenme karikatüre de yansımış, Türk karikatürü yenilenip çağdaşlaşmaya başlamış, çalışmalarını uluslararası düzeyde kabul ettiren sanatçılar yetişmiştir. Yeni karikatür anlayışının en etkin olduğu dönem 1950-1960 arasıdır. Önde gelen temsilcileri günümüzde de yapıt vermeyi sürdürmekte, ayrıca pek çok genç karikatürcü günümüzde de bu dönemin ustalarının ilkelerini uygulayan yapıtlar vermektedir.

Üçüncü dönemdeki en önemli değişiklik çizimde görülmektedir. Belli bir yalınlaşma sürecinden geçmiş de olsa, ikinci dönem karikatürü anlatımı doğrudan desteklemeyen ayrıntılarla doludur. 1950 kuşağı adıyla da bilinen yeni karikatür neredeyse bir çırpıda denecek kadar hızla kendini bunlardan arındırmış, gereksiz her türlü ayrıntıyı çizimden çıkarmıştır. Çağdaş eğilimlere paralel bu gelişme bir süre sonra karikatürün çizgiyle gülmece yapma sanatı olarak tanımlanmasına yol açmıştır.

Çizgide görülen tutumluluğun benzeri yazıda da görülmektedir. Gülmeceyi ileten yazı artık kendi başına bir fıkra olmaktan çıkmış, çizimi bütünleyen, ancak onunla anlam kazanan bir öğe durumuna gelmiş, yazısız karikatür öne çıkmıştır. Bu anlayışı uygulayan en önemli sanatçılar Turhan Selçuk, Ali Ulvi Ersoy ve Ferruh Doğan olmuşlardır. Nehar Tüblek, Semih Balcıoğlu, Altan Erbulak, Mustafa Eremektar (Mıstık) ve Oğuz Aral da bu dönemin karikatürcüleri arasındadır. Onları Yalçın Çetin, Tonguç Yaşar, Tan Oral ve Tekin Aral izlemişlerdir. Suat Yalaz daha sonra çizgi romana yönelmiştir.

Bu dönemde Türk karikatürcüleri yurtdışındaki yarşmalarda ödüller kazanmış, yapıtları yabancı gazete ve dergilerde yayımlanmış, karikatürleri albümlere, müzelere alınmıştır. Türkiye'de de ulusal ve uluslararası yarışmalar düzenlenmeye başlanmıştır. Karikatürcülerin çizgi roman, canlandırma sineması diye de anılan çizgi film, kitap resimleme, afiş gibi sanat alanlarında da çalışmalar yapmışlardır. Karikatürün ne olduğu ve ne olması gerektiğine ilişkin ilk kurumsal çalışmalara da gene bu dönemde rastlanır.

Türk karikatürü 1960'tan sonra bir duraklama dönemine girdi. Sanatçıların anlatım açısından yenilikler getirmeyişinin yanı sıra okuyucu ve izleyici de karikatüre daha az ilgi göstermeye başladı. Gazete ve dergiler yalnız yurtdışından alınan karikatürleri ve adını duyurmuş Türk sanatçılarının yapıtlarını yayımlıyor, genç sanatçıların çalışmalarına fazla şans tanımıyordu. Duraklamaya neden olan etkenlerden biri karikatürün giderek soyut bir grafik sanat düzeyine gelmesi, anlatımını karmaşık simgeler ve çizim teknikleriyle iletir olmasıdır. Karikatür çizgiyle gülmece yapma sanatıdır düşüncesi yerini, karikatür güldürmez düşundürür düşüncesine bıraktı, gülmecesi sınırlı bu yaklaşım da geniş izleyici kitlesi tarafından benimsenmedi. Konu ya da anlatım yolu bulamayan karikatürcüler güncel olayları resimlemekten ileri geçemeyen yapıtlar üretir oldular. Bu dönemin sonlarında, 1969'da Semih Balcıoğlu, Turhan Selçuk ve Ferit Öngören'le birlikte Karikatürcüler Derneği'ni kurdu.

Yeni Karikatür dönemi

1970'lerin başında karikatür bir kendini yenileme sürecine girdi, böylece de günümüze kadar süren dördüncü ve sonuncu dönem başlamış oldu. Bu dönemde karikatür büyük yaygınlık kaznarak pek çok kişi, özellikle de gençler için bir anlatım, bir dışavurum aracı oldu. 1975'te de İstanbul'da, Tepebaşı'nda Türkiye'nin ilk Karikatür Müzesi kuruldu.

Dönemin özelliklerinden biri soyut anlatımlarından uzaklaşmak olmuştur. Bir başka çizim özelliği de karikatürün çizgi romana özgü anlatım tekniklerinden yararlanmaya başlamasıdır. Altyazılar ortadan kalkarak, sözlerin konuşma balonları içine alınması, çizgi romana özgü ünlem, sözcük ve işaretlerin karikatürde de kullanılması, daha devingen, canlı, çarpıcı çizimlerin araştırılması, yazarı ile çizeri ayrı ortak yapımların çoğalması karikatüre yeni bir soluk kazandırmış, karikatürün yeniden yaygın bir anlatım aracı olarak kullanılmasını sağlamıştır.

Dönemin gülmece açısından özelliği yazıdan kaçınmaması, dahası yüzyıllardır kullanılan bazı sözlü gülmece özelliklerine dayanarak bunu karikatüre aktarmasıdır. Ayrıca gülmece açısından bir başka önemli adım daha atmış, bilinmeyen üçüncü kişilere yönelik iğnelemeler yerine doğrudan sokaktaki insanı konu alan bir gülmeceye yönelinmiştir. Yazında gülmece yazarı Aziz Nesin'le başlayan, Türk insanının kendi kendisinin alaya alan gülmece yaklaşımının karikatüre katılması da bu sanata yeni bir canlılık veren en önemli etkenlerden biridir. Bu dönemin önde gelen adı, 1950 kuşağının en genç karikatürcülerinden biri olan Oğuz Aral'dır. Onun yönetimini üstlendiği Gırgır adlı gülmece dergisi yeni anlayışa öncülük etmiş, pek çok genç sanatçının yetişmesini sağlamıştır. 1971'den beri çıkan ve adı 1989'da Oğuz Aral'ın yarattığı bir çizgi roman kahramanı olan Avni'ye dönüştürülen bu dergi görülmedik bir başarı kazanarak, bütün dünyada yayımlanan üçüncü büyük gülmece dergisi durumuna gelmiştir. Dönemin öteki karikatürcüleri arasında Hasan Kaçan, Behiç Pek, Latif Demirci gibi adlar vardır. Engin Ergönültaş, Can Barslan, Mehmet Çağçağ, Tuncay Akgün de aynı anlayışı sürdürmüşlerdir. Yeni anlayışa ayak uydurabilen, Oğuz Aral'ın kardeşi Tekin Aral bir yandan başarılı portre karikatürleriyle tanınırken bir yandan da Türkiye'nin büyük gülmece dergilerinden Fırt'ı yönetmektedir. Kemal Aratan, Serhat Gürpınar, Yavuz Taran ise bir sonraki çizer kuşağının temsilcileridir. Bu dönemde kadın çizerlerin de sayısı çoğalmıştır. En başarılı olanlarından biri Çılgın Bediş adlı çizgi romanın yaratıcısı Özden Ögrük'tür. Bu arada bu dönemde karikatürcülüğünün yanı sıra mizah yazarlığı yapan isimler de görülür. Cihan Demirci, Aziz Yavuzdoğan, Gani Müjde ve Metin Üstündağ gibi isimler hem çizer hem de yazar olarak diğer mizahçılardan ayrılırlar.

Karikatür günümüz Türkiye'sinde yaygınlık açısından en önde gelen sanat dalı durumuna gelmiştir. Sanatsal yaratıcılık alanı olarak geniş kitleler tarafından ilgiyle izlenmekte ve sevilmektedir. Gülmece dergilerinin sayısı çoğalmış, ayrıca gazete ve dergiler de gülmece ekleri vermeye, amatör çizer köşeleri düzenlemeye başlamişlardır. Büyük kentlerin dışında da sergiler, yarışmalar düzenlenmektedir. Bunlara paralel olarak karikatürün tarihini, kuramını konu alan yazılar, kitaplar yayımlanmaktadır.


Ayrıca Orhan Koloğlu'nun "Türkiye karikatür Tarihi" adlı kitabıda geniş ve özel kapsamda bu hususdan bahsetmekte ilgilisine beyan edilir.



Milletlerine göre karikatüristleride merak ediyorsanız üstadlarıyla birlikte vereceğim bu linkten kategorize edilmiş haliyle öz kaynağından merağınızı giderebilrisiniz.

http://tr.wikipedia.org/

Ve yine eklemem gerekirse; youtube gibi mecralarda, aklınıza gelemeyecek her türlü olgunun barındığı bu barınakta, bu konuyla alakalıda öğretici, amatör de olsa kaynaklar mevcut. Youtu'beye karikatür dersleri vs. gibi etiketlerle giriş yapar ve kurcalarsanız tabi herkes bu işi bilir bende neyi anlatıyorsam her neyse işte, sizde kendi çapınızda eğlence amaçlı bir şeyler öğrenip boş vaktinizde ibneliğine çizim yapabilirsiniz. Birde mizah anlayışınız varsa oh kaptır git.

11 Mayıs 2012 Cuma




DELİ


Bir deli düşünüyorum sadece deli!
Yaşamın kıyısında dalgalarla değil
kendisiyle boğuşmuş.
Farkında olmadan
sevdiklerini unutma pahasına savaşmış.
Bilmeden, anlamadan yaşamış…

Üşümekten korkmuş..
Üşümüş mü?
Yoksa gerçeklerden mi ürpermiş?
Örtünmek istemiş; örtü kısa,
bir ömür, bir umut, bir mutluluk kadar kısa.

Yüzünü örtememiş..
Hayat buna izin vermeden
kendi tebessümünü kaybetmiş.
Düşünmeye çalışmış
varlığını kavramaya
başaramamış;
çünkü
umutları sonbaharı sönmüş bir yaprak gibi
dökülmeye başlamış.

Rüzgârları beklemiş
savursun sonsuzluğa
bir boşluğa bıraksın istemiş…
Anlatamamış olanları
anlamadan bütün
kelimeler yok olmuş..
Haykıramadan kelimeleri kendisine
sisler yaklaşmış
duvardan örülü gövdesine.
Kaçmak, özgür olmak,
birilerinde yaşanmak, yaşamak..
Ömrünün son demlerinde
düşlemekten sakındığı kaçak suretlere
anlam katmak istercesine hem de.
Daha o arzuladığı kapı aralanmadan
kaplamış Dört bir yanını
zıhlarla kuşanmış yalnızlığın askerleri..
Peki, çok erken değil miydi?
Haykırdı!
Hadi gayret ötenazlı biraz daha gayret
yalnızlık can çekişmekte.
Onunda gardı düşer elbet bir tenhada sere serpe.

Koştu.. Hızlı çok hızlı..
düşmekten korkmadan,
yalnızlığı hissedersek,
gözyaşlarını rüzgârların
kanatları ile savurarak koştu!
Bozuk bir saatin her şeye rağmen zamanla
amaçsızca yarıştığı ve zamanın akışında
boğulup durduğu bir an gibi durdu…

Varmak istediği yer; düşlerinde gizlediği bir kıyıydı.
Kıyının sonu bir nefes kadar yakındı.
Kıyının en tepesine çıkmasıyla gözlerini sımsıkı yumdu.
Mavi, evet! Mavi bir şiir dinlercesine bir şehri hatırlarcasına
dalgaların o müthiş dansını izlerken mutlu oldu.
(Kim Olmaz ki? bu eşsiz manzara karşısında)

Korktu.. Kaybetmekten diğerleri gibi, her şeyi gibi.
Sarılmak istedi. Sıkıcasına, bırakmamacasına.
Yeni kayıplara
yeni bir yer, yeni bir toprak
yeni bir şehir bulmamak için.

O ağır hüzün yüklü yokluğunu,
denizin en derin yerine gömdüğünü
hissederek tebessümünü kazanmaya çalıştı.
Sıkıldı.. Her şeyden.
Hıçkırıkları boğazına düğümlenmeden bağırdı!
Nefesi yetene kadar..

Cevap arayan sorular: Ne? Neden? Niçin? Nerede? Kim?
Yaşam kıyısından bir gün demirleri çekip,
dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkınca
işte sanırım o an anlayacağız
düşüncelerimizi boş yere oyalayan soruları.

Son bir hamle!
Var gücünle kalktı
çökmüş olduğu dizlerinin üstünden.
Son bir nefes daha çekmek istedi,
cebinde kalan tütünden.
Bakarak duvarlar örülmüş gökyüzene,
söylendi kendi kendine:
(Ağırlaşmış titrek sesiyle)

Cevap arayan sorularla dolu yaşamlar.
Bu yaşamda ince çizgisi yok olmuş hayatlar.
Kim? sorusuna cevap ararken aslında
en başından Biliyordun hazır olan Cevabını.
Hemen karşında. Bak aynaya söyle şimdi
kim bu deli?

"İnsan,  insanlar"…

7 Mayıs 2012 Pazartesi



Okan'ın "Pudra" Dokunuşları


Okan Bayülgen'in sevdiğim yön ve yeteneklerinden biride fotoğraf aşkı. Doğuştan, doğal yeteneği olduğunu, çalışmaları ile kanıtladığını takip edenler iyi bilir. Bu mesleğini kendi tarz ve görüşleriyle fiili olarak özgün bir şekilde iştirak ediyor. Özellikle projelerinde "Analog" tarzı çalışmaya özen göstermesi, fotoğraf sanatına verdiği önemin anlamını ve gerçekliği yaklamanın peşinde olduğunu gösteriyor. Amacım burada Okan'ın, yetenekleri ve kariyeri ile ilgili bilgi vermek değil. Direk konuya yani "Pudra/ Zamanın tozu" Fotoğraf Albümü ve Sergisi, hakkında bilgiler vermek istiyorum. Bu çalışma gerçekleşeli uzun zaman olmuş olabilir; ama zamana ve geçen yıllara karşı, elimizde kalan kozlardan biri fotoğraflardır. Bu hususlarda iyi bir savunmacı olan fotoğrafların, hep yeni kalması anılarıyla birlikte kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bu birde leziz bir çalışma sonucunda oluşturulan bir tematik fotoğraf olunca, ömrü karenin içindekilerin ışığı kadar uzun soluklu oluyor.

Bu çalışmayı tekrardan hatırlatmamın ve bahsetmemin nedeni; blog yazarlığına yeni başlamamın ve o zamanlar bu konulara değinecek mecram olmadığından kaynaklandığı gibi; gerçekten çok başarılı bulduğum ve ülkemizde her fotoğrafçının girişimde bulunmadığı, duygusal ve vefa yönlü bir çalışma olmasıda ayrıca beni dönüp dönüp bu albümün fotoğraflarına ya da serginin videolarına bakmama teşvik eden nedenlerden oluyor.
Bunula birlikte "Rock Ansiklopedisi" çalışmasınına da değinecek olursam; bir rock dinleyicisi olarak, 1960'lardan günümüze kadar olan tüm rock gruplarını, solistlerini fotoğraflamasından ayrıca keyif aldım ve harika tematik ve kurgusal işlevleri barındırması başka alkışı hakeden hareketlerindendir tabiki.


Okan Bayülgen'in bunlarla birlikte daha bir çok sosyal, kişisel ve ilgili özel çalışmalarını da "Fotoğraf Çalışmları" adı altında özetleyici bir başka konu olarak, ayrı bir blog yazımda paylaşmayı düşünüyorum. Burada bir dipnot eklemek istiyorum, Okan'ın proje ve çalışmalarına kendi resmi sitesinden de detaylı olarak ulaşabilirsiniz: www.okanbayulgen.com . Şimdi bu yazımda, Türkiye' nin en önemli tiyatro sanatçılarının fotoğraflarını çektiği ve bu fotoğraflardan oluşan serginden yani "Pudra/ Zamanın tozu" üzerinde duracağım. Ve sonuç bölümü için genel girişi yapacak olursam:

Pudra/ Zamanın tozu: Fotoğraf sergisi olarak düşünülmüş fakat daha sonra; fotoğraf albümü haline gelmiş bir çalışma. Yirmi iki tiyatro sanatçısının resimleri ile; hayatlarından ve sözlerinden kesitler var. Bu sanatçılar : Metin Akpınar, Zeki Alasya, Ayla Algan, Zeliha Berksoy, Engin Cezzar, Hadi Çaman, Savaş Dinçel, Haldun Dormen, Müjdat Gezen, Erol Günaydın, Nedret Güvenç, Yıldız Kenter, Tuncel Kurtiz, Gazanfer Özcan, Suna Pekuysal, Metin Serezli, Nevra Serezli, Gülriz Sururi, Ferhan Şensoy, Macide Tanır, Cüneyt Türel, Nejat Uygur.

"Sizi görüyorum en yalın, en doğal halinizle! Yapmacıksız. İlgi bekler gibi değilsiniz. Sevilmek ister gibi değil.

Yorgun, dingin, bıkkın, istekli, dürüst ve cesursunuz. Yaşamı ve ölümü anlamış gibisiniz.

Çok gençken anlamıştınız bunu. O toy yıllarınızda siz farkında değilken bile oynadığınız karakterler bilincindeydi her şeyin. Sırtınızda taşıdığınız büyük tiyatro edebiyatı sorulabilecek her sorunun cevabını veriyordu aslında. Sonuçta siz bilmiyorken bile öyle konuşuyordunuz.

Bugün bu olgunluk çağınızda kendinizi ve oynadığınız karakterleri anladınız.

Artık kimseyi inandırmaya çalışmıyorsunuz.

Siz isterseniz güzel, isterseniz çirkin olabilirsiniz.

Siz bizim rüyalarımızın kahramanları, siz bizim takıntılarımız, siz bizim kurtarıcılarımız...

Siz bu ülkenin en müthiş tiyatro nesli..."

"Tiyatro bir yere kaydedilmiyor. Kaydedilse bile canlı izlediğiniz tadı alamıyorsunuz. Tiyatro, bir kereye mahsus bir şey. Tiyatro, 'Bu gece bu sahnede öleceğiz' diye oynanan bir oyundur. O yüzlerine sürdükleri pudralar, zaman içerisinde toza dönüşür.

Tiyatro da öyledir. Oyun sahnelenir ve biter. Geride kalan sadece bir tozdur. Biz onların fotoğraflarını çekmezsek, filmlerini yapmazsak ki, yapılamıyor; bu büyük oyunculardan geriye hiçbir şey kalmayacak. Yıldız Kenter’den, Müşfik Kenter’den, Metin Serezli’den, Erol Günaydın’dan, Müjdat Gezen’den, Ali Poyrazoğlu’dan, Metin Akpınar’dan, Nejat Uygur’dan, Gazanfer Özcan’dan ne biliriz? Sadece sahnede izlediğimizi... İsmail Dümbüllü’den ne kalmıştır geriye, sadece birkaç fotoğraf. Başka ne biliriz, hiç!" (Okan Bayülgen)


Fotoğraflardan ve Sergiden Görüntüler
:






Backstage:

5 Mayıs 2012 Cumartesi



Yalnızca Duvardaki Bir Başka Tuğlayız

Evet başlıktan da anlayacağımız gibi "Pink Floyd"un "Another Brick in the Wall" adlı eserininden giriş yaparak "The Wall" filminden ve bu cümleden bana yansıyan benden de size dayandırılan anlamı hakkında farkındalık yaratarak yazının sonuna doğru yollar çizeceğim.

Düşüncelerimizin kontrolüne, sistemin köleliğine ve en güzel yıllarımızı "emir-komuta" ilişkisiyle geçirmemize gerek var mıydı? Düşüncelerimizi yönlendirmenin ve fikirlerimizin dile gelmesini sağlamanın en açık yollarının kapatılması ve bize yol diye gösterilen çıkmaz sokaklar! Eğitim ya da bu hangi alanda olursa olsun, bir sistemin dayandırdığı yapısal öngörüleriyle, hissettiklerimizi dile getirmekte ısrarcı olanlar hep yolundan döndürülerek, sistemin fikir ve düşüncelerine bağlatılmak istendi kaç yüzyıldır ve halen itina ile istenmekte. Ben buna fikir ve düşünce faşistliği diyorum; Çünkü bu faşistçe bir yaklaşım. Mecazı olsun ya da olmasın.

Onların isteklerine, yönlendirmelerine ihtiyacımız yoktu. Sistemlerine ya da kaynaklarınada. Bize bilgi ve daha da fazla bilgi lazımdı sadece. Yani "kitaplar" onlardan bahsediyorum. Buna ulaşmanın ve elde edilmenin sağlandığı yer, kuralları koyanların ve sistemi yaratıp içine ittikleri insan karmaşası ile olmamalı. Bilgi zaten orda, ordaydı! sen onu çemberin içinde saklayıp, o çembere çektiğin beyinlerle bunu düşüncelere satamazsın; Ama yaptılar, yapıyorlar engel nerde? kiminle? nasıl vazgeçiririz? nasıl ele geçiriz hakkımız olanları? bir cümle ile mi? bir kaba müdahale? ya da bir karmaşa ile mi? kaosa gerek var mı? bu yüzden insan olduğumuzu, yaşadığımızı ne hissettirir şimdi?.. İşte elimizde kalanlar git gide sorulardan ibaret oluyor. Sanki çözüm bir yerlerde, birilerinde ya da hiç kimsede; Ama şimdililk sadace sorular var ellerde gözlerde.. Eminim Tanrı da böyle olsun istememişti. Belkide tek emin olduğum konu bu.(sadece yapabildiğimiz "Fuck The System" diyebilmek)



"Duvardaki başka bir tuğla" Cümlesinden kendimce vardığım ve takıldığım bir diğer anlam ise: "Hiçlik" kavramı. Hepimiz bu dünya gezegeninde en yüksek mertebesine kadar tam anlamıyla birer hiçiz. Zaten "ölüm" gerçeğinin olduğu yaratılış düzenimizde doğup, büyüyüp sonucunda ölüme kadar yaptığımız, nefes alıp sattığımız bu hayatta, ölüm hariç hiçliklerle var oluyoruz. Bu da bizi profesyonel bir hiç yapıyor. Sen her ne yapmış olsanda yani dünyayı kurtarmış olsanda bu böyle. Bu kötü, nefret ve negatif olgularına bağlı bir düşünce değil. Aksine kendini bilme ve farkındalık gerçeğidir. Herkes yaptığı bir iş, eylem ve hareket konusunda çevresine ve tanıdıklarına bakarak onlara göre hep en iyisi olduğunu düşünür. Ulan! ben neymişim, bunu kimse yapamıyor benim gibi falan şeklinde. Bu inanmak istediklerimiz ve kafamızı çevirip etrafa ve düzene bakmamamızdan kaynaklanıyor. Halbuki o işi, eylemi ve hareketi bırak dünyada, ülkede, şehirde, bir arka mahallede, senin tanımadığın biri yapıyor olabilir. Sen sadece o iş, hareket ve eylemin çarklarından birsin. Ama mekanizma kim? ne? o muamma; ama sen bir hiçsin bunuda unutma! ve senin gibi onlarca, o işi, hareket ve eylemi yapan hiçler yani bizler. Bu yüzden bu ego şehvetinin güzelliğine kapılırken biraz farkındalık alıgılarmızı açmalıyız. Siz, bir arkadaşınız ya da kardeşiniz her neyse artık bir eylem sonucunda kendinizi, ondan daha iyi ve başarılı görüyorsanız ben bunu; bir sineğin kendini, uçtuğu için karıncadan daha başarılı saymasına benzetim. Oysaki kuşta uçar, yarasada, sinekse bunun farkında değildir bilmem anlatabildim mi. Yani sonuç olarak Dünya'da kaç saniyede bir insan, doğup ölüyor bunu herkes biliyor istatistik olarak. bir başkasının yerine, bir başkası geliyor, ekleniyor. Nüfus belli bir dengede ya da dengesizlikte ilerliyor. Saniye diyorum, yani insana bakarken bir fotoğrafa bakar gibi bakmalıyız. Fotoğrafı oluşturan, bir araya gelen binlerce pixeldir. İnsan da öyle, duvarda bir tuğla kırılır, çatlar ya da eksilirse yerine yeni bir tuğla koymak doğanın ve Tanrı'nın matematiğidir. Yalnızca Hepimiz Duvarda Bir Başka Tuğlayız.


Saniyede doğup, ölen insanlardan bahsederken denk geldiğim bir siteyi paylaşmak istiyorum. Bu sitede dünya haritası üzerinde doğup ölen insanların oranları anlık olarak veriliyor. Bu ne kadar kesin ve sağlıklı bir site bilmiyorum ama benim ilgimi çekti:(Harita üzerindeki güneş gibi yanıp sönen işaret:doğumu siyah işaret ise: ölümü ifade etmektedir) www.breathingearth.net

Şimdi de yazıma başlarken bahsettiğim "Pink Floyd-The Wall (Duvar)" müzikal filmi hakkında bilgileri ve bizzat filmini paylaşacağım şimdiden iyi seyirler:

The Wall, İngiliz rock müzik topluluğu Pink Floyd'un 1979 yılında yayınladığı aynı adlı albüme 1982 yılında Alan Parker tarafından çekilen, animasyonları da olan, pek fazla diyalog olmayan, albümün müziklerinin Hey You ve The Show Must Go On dışında tamamının bulunduğu bir film. Başoyuncu Bob Geldof'dur. Animasyonlar efsane sanatçı Gerald Scarfe tarafından yapılmıştır.

Film, Pink Floyd'un konserinden bir görüntü ile başlar (In The Flesh). Sonraki iki şarkı The Thin Ice ve Another Brick In The Wall, Part I'da Pink'in küçüklüğü ve babasının II. Dünya savaşı'ndaki ölümünü anlatır ve duvara ilk tuğlalar da burada koyulur. The Happiest Days of Our Lives, Another Brick in the Wall, Part II şarkılarında ki konu Pink'in izolasyonunda bir sonraki aşama olan okuldur. Mother'da korumacı anneye, Empty Spaces'de (albümde olmayan What Shall We Do Now'ı da işin içine katarsak) giderek yalnızlaşan Pink'in kendini tüketime verişine tanık oluruz. Young Lust'la birlikte artık Pink bir rock yıldızıdır. One Of My Turns, Don't Leave Me Now, Another Brick in the Wall, Part III Pink'in hayatının ve ilişkilerinin giderek daha da beter hale geldiğini görürüz. Goodbye Cruel World ile de artık duvar örülmüş, Pink Floyd izolasyon süreci tamamlanmıştır. Hey You, Is There Anybody Out There? ve Nobody Home şarkılarında ile yalnız kalan Pink'in yardım çığlıklarını dinleriz. Durumu iyice umutsuz hale gelen Pink'in dünyadan kopmuş, konserlere devam edemeyecek hale gelmiştir. Comfortably Numb, The Show Must Go On ile konserlere devam edebilmesi için Pink'e uyuşturucu verilmesi anlatılır. İyice deliren ve kurt (worms) sembolüyle çürüyüşü anlatılan Pink artık bir faşist olmuştur ve duvarların arkasında olmaktan memnun gibidir (In The Flesh, Run Like Hell, Waiting For The Worms). Stop ise Pink'in tükendiği noktadır. Sonrasında ise The Trial ayni yargılama gelir. Yargılama Pink'in kendisiyle hesaplaşmasını konu eder. Sonuç olarak duvarlar yıkılır, tüm karanlığına rağmen albüm aydınlık bir sonla biter.

1 Mayıs 2012 Salı

1 Mayıs Demek: "Emek" Demek
Yaşasın Bunu Dile Getirmek
!


Bugün yine tarih ve zaman anlaştı, sabit günlerini tekrarladı, nihayetinde; "Emek günü"nü yani "1 Mayıs"ı bize yaşattı. Bazı ülkelerde halen yasak olmasına karşın Dünya'nın bir çok yerinde ve yurdumuzun bir çok yerinde de olaysıza yakın bir biçimde gönlünce kutlandı. Bu sene farklı olarak Devlet'te kutlamalara katıldı. Kapitalist olan Devletin, işçilerin bayramına katılmış olması karşısında (bu bazı ülkelerde de böyle oldu bu sene) insanın, hayırdır yanlış mı geldin Devletlüm? diyesi geliyor açıkcası. Bu konuda kendi yorum ve düşüncelerimi paylaşmak isterdim; lakin bugünün önemini arka planda bırakarak, sorun ve önerilerimle konuyu bulandırmamak istiyorum. 1 Mayıs'ın olayından ve başlanğıcından bahsederek bilgi ve merak dürdülerinize giriş yapmayı planladım. Bu yüzden, bir çok sitede bulabileceğiniz; ama ararken üşünmeyesiniz diyerekten, birazdan aşağı satırlarımda bundan bahsedeceğim. Yinede dayanamayıp bu konuda cümlelerim ile, bu olaya gönül veren ve kaygı duygularını feda edenlerle aynı düşüncede olduğumu hissederek paylaşmak istiyorum: "Ne Devrimler oldu, ne kavgalar oldu ve de tarifsiz mücadeleler bu yolda! hepsinde amaç; tek yürek, tek bilek olarak hak ve dayanışma düzeninde haklının hakkını gerçek anlamda savunabilmesi, halkın emeğini ön görerek, haksız kazanç, dağıtım ve dağılımının münkün olamayacağı bir dünya sağlayabilmekti".. Bu tam sağlanamadı belki Dünya'nın her noktasında; ama umut ederek inanıyoruz: "Öyle bir gün gelecek ki, tarihler öyle bir şaşacak ki sadece emekler konuşacak ve hepimiz özgürlük içinde çalışacağız!"


Şimdi biraz 1 Mayıs'ın Tarihi odalarına dalalım, kapıyıda üstümüze kilitleyelim!:

İlk kez 1856'da Avustralya'nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar bir yürüyüş düzenlediler.

1 Mayıs 1886'da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bıraktılar. Chicago(Şikago)'da yapılan gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Luizvil'de (Kentaki) 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüdü. O dönemde Luizvil'deki parklar, siyahlara kapalıydı. İşçiler, sokaklarda yürüdükten sonra hep birlikte Ulusal Park'a girdi. Her eyalet ve kentte, siyah ve beyaz işçilerin birlikte yaptığı gösteriler, gazeteler tarafından, 'Böylece önyargı duvarı yıkılmış oldu' şeklinde yorumlanmıştı.

Bu gösteriler 1 Mayıs'ı izleyen günlerde tüm harareti ile devam etti ve 4 Mayıs'ta kanlı Haymarket Olayı'na yol açtı.

Uygulanan yasal baskılarla bu gösterinin tekrarlanması engellendi. 14 Temmuz-21 Temmuz 1889'da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Birlik, mücadele ve dayanışma günü " olarak kutlanmasına karar verildi. Böylece ikinci gösteri 1890 yılında yapılabildi.

Zamanla sekiz saatlik işgünü birçok ülkede resmen kabul edildi. 1 Mayıs böylece işçilerin birlik ve dayanışmasını yansıtan bir bayram niteliğini kazandı. Günümüzde sosyalist ülkelerde (Çin Halk Cumhuriyeti, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Vietnam, Laos, Küba, Venezuela) ve daha birçok ülkede tatil günü olan 1 Mayıs'ı işçiler büyük kitle gösterileriyle kutlar; bazı ülkelerde 1 Mayıs siyasal bir eylem biçimini de alır.


Avusturya İşçi Marşı(Türkçe versiyon):



Üstad'lardan 1 Mayıs: