25 Ekim 2013 Cuma


Metroda gazete okuyan bu adam Keanu Reeves. 
Problemli bir ailenin çocuğu. 12 yaşındayken babası uyuşturucu satıcılığından tutuklanmış. Annesi ise bir striptizci. Ailesi Kanada’ya taşındıktan sonra orada bir çok üvey babası olmuş.

Sevgilisinin ölümünü izlemiş. Evlenmek üzerelerken bir araba kazasında ölmüş. Kız bu olaydan önce de bebeğini kaybetmiş. Keanu bu olaydan beri ciddi bir ilişkiden ve çocuk sahibi olmaktan uzak duruyor.
O Hollywood yıldızları arasında köşk sahibi olmayanlardan.

“Bir apartman dairesinde yaşıyorum. Her zaman için ihtiyacım olan herşey var, neden boş bir evi seçeyim” diyen biri.

En iyi arkadaşlarından biri, River Phoenix aşırı dozdan öldü. Aynı yıl Keanu’nun babası tekrar tutuklandı.

Kız kardeşi lösemi oldu. Şu an tedavi oldu ve Keanu Matrix’ten kazandığı paranın %70ini lösemiye karşı mücadele eden hastanelere bağışladı.
Doğum günlerinden birinde bir şeker dükkanı aldı ve kek yapmaya başladı.
Koruması falan yok, süslü kıyafetler giymiyor. 

Mutsuzluğu hakkında bir şey sorulduğunda şöyle cevap veriyor:

“Siz yaşamak için mutlu olmak zorundasınız ama ben değilim.”

19 Haziran 2013 Çarşamba

O. HENRY - Bitmemiş Bir Hikaye (An Unfinished Story)



Cehennem alevlerinden sözedildiği zaman artık inlemiyor veya başımızın üzerine küller serpmiyoruz.(katoliklerin dini bir adeti) Çünkü vaaz verenler bile bize Allah’ın radyum, ether veya bilimsel bir karışım olduğunu söylüyorlar. En kötüsü biz günahkarlar onun kimyasal bir tepkime olduğunu umabiliriz. Bu hoş bir hipotez, fakat yine de bizim, eski Ortodoks korkusu orada duruyor.

 Bir insanın özgür bir hayal gücüyle ve çelişkiye düşmeden anlatabileceği iki konu vardır.

Rüyalarınızı anlatabilirsiniz, bir papağanın neler anlattığını söyleyebilirsiniz, hem Morpheus (rüya tanrısı) hem de kuş yetersiz tanıklardır ve dinleyiciniz yapacağınız konuşmaya saldırmaya cesaret edemez..O halde temamı sevimli papağanın iki,üç kelimelik sınırlı konuşması yerine, özürler ve pişmanlıklarla dolu bir hayalin, mesnetsiz örtüsü süsleyecek.

Şimdi 'yüksek incelemeden' çıkartılan bir rüyam vardı, ki, antika, saygın, yası tutulan men edilen kıyamet teorisi olabilirdi.

Gabriel trompetini çalmıştı, aynısını yapamayan bizler ise yargılanmak üzere çağrıldık. Bir tarafta ciddi, siyahlar içinde, siyah yakalıkları arkada düğümlenmiş profesyonel borsacılar olduğunu farkettim, fakat sanki gayrimenkullerinin tapuları konusunda bir anlaşmazlık var görünüyordu. Bizlerden birini götürecek gibi gözükmüyorlardı.

Uçan bir polis - polis bir melek- uçarak geldi ve beni sol kanadımdan yakaladı. Yakınımda çok zengin giyimli bir grup ruh, yargılanmak için bekliyorlardı.

Polis “ sen de mi şu güruhtansın?” diye sordu.

Cevabım “ onlar da kim?” oldu.

“Niye, bilmiyor musun? onlar....”

Fakat bu ilgisiz şeyleri bırakıp asıl hikayeye gelelim:

Dulcie, bir mağazada çalışıyordu. Hamburg işi denen nakışlar, biblolar , biber dolması, oyuncak otomobil ya da alışveriş merkezlerinde satılan diğer küçük oyuncaklardan satıyordu. Kazancına gelince, Dulcie haftada altı dolar alıyordu. Küsurat hesabına yatırılıyor ve muhterem bay G tarafından muhasebe defterine başkasının hesabına borç olarak geçiriliyordu. Ah! Esas enerji, aziz doktor diyebilirsiniz – şey, o halde aziz enerjinin muhasebe defteri.

Mağazadaki ilk gününde, Dulcie’ye haftada beş dolar ödeniyordu. Bu miktarla nasıl geçindiğini anlatmak ders vermek olur. Umurunuzda değil mi? Tamam, büyük ihtimalle siz daha büyük rakamlarla ilgileniyorsunuz. Altı dolar büyük bir miktar. Size kızın haftada altı dolarla nasıl geçindiğini anlatacağım.

Bir akşam, saat altıda, Dulcie, şapkasının iğnesini – omurilik soğanının- sekiz inç yakınına tutturuyordu ki, Sadie adlı kız arkadaşına ki -sizin sol tarafınızda duruyor- şöyle dedi.

“Sade, bu akşam Piggy ile akşam yemeği randevum var”.

Sadie hayranlıkla “ Olamaz, çok şanslısın, Piggy korkunç şık biri, çıktığı kızları hep şık yerlere götürür, bir akşam Blanche’ı Hoffman’ın Yeri’ne götürmüş, moda müzikler çalıyor, güzel yemekler yiyorlar ve bir sürü şık insan görüyorsun Dulcie”
  
Dulcie aceleyle eve gitti. Gözleri parlıyordu ve yanakları şafak sökerken oluşan kızıllık gibi hayatın – gerçek hayatın- tatlı pembeliğini yansıtıyordu. Günlerden cumaydı ve son haftalığı olan elli senti vardı.

Caddeler iş çıkışının telaşlı kalabalığıyla doluydu, Broadway’in elektrik lambaları yüzlerce, binlerce millik uzaklardaki, karanlıklardaki pervaneleri alazlama okuluna çağırıyordu. Düzgün giyimli erkekler, usta denizcilerin kiraz çekirdeklerine kazıdıkları resimlere benzer yüzlerle dönüp, onlara aldırış etmeyen, hızlı hızlı giden Dulcie'ye bakıyorlardı. Gece açan kaktüs gibi Manhattan, ölü gibi beyaz, ağır kokulu yapraklarını açıyordu.

Dulcie ucuzcu bir mağazanın önünde durdu ve elli senti ile imitasyon bir dantel yaka satın aldı. Aksi halde bu para başka şeylere harcanacaktı, onbeş sent öğle yemeğine, on sent kahvaltıya, on sent de akşam yemeğine, küçük birikimine bir 5 sent daha eklenecekti, ve 5 sent meyan köklü şekerlere – dişiniz ağrıyormuş gibi yanağınızı şişirenlerine - gidecekti – meyan kökü şeker müsrifliktir neredeyse alem yapmaktır ama hayat zevkler olmadan neye benzer?

Dulcie mobilyalı bir odada oturuyordu, mobilyalı bir oda ile pansiyon odası arasında fark vardır. Mobilyalı odada diğer insanlar yatağa aç gittiğinizi bilmezler.

Dulcie odasına girdi, Batı Yakasının arkasındaki, kahverengi taş binanın üçüncü katı -gaz lambasını yaktı. Bilim adamları bize en sert taşın elmas olduğunu söylerler. Yanılıyorlar. Evsahipleri elmastan daha sert olan bir şey bilirler, öyle ki, elmas onun yanında macun gibi kalır. Onu gaz deliğine koyarlar, insan sandalyenin üzerine çıkıp, parmakları kızarıp, berelenene kadar boşuna kazmaya çalışırlar. Saç tokasıyla bile çıkartamazsınız. Çıkartılmayacak bir şey diyelim.

Böylece Dulcie gaz lambasını yaktı. Lambanın çeyrek mumluk ışığında odasını tarif edelim:

Bir çekyat, tuvalet masası, lavabo, bir sandalye, bu kadarcık olması evsahibinin suçuydu. Kalanı Dulcie’ye aitti. Tuvalet masasının üzerinde hazinesi duruyordu. Sadie’nin hediyesi olan yaldızlı bir porselen vazo, bir takvim, , rüya tabiri kitabı ve cam bir tabakta biraz pirinç unu, pembe fiyonkla bağlanmış kiraz şeklinde süsler.

Çatlak aynanın karşısındaysa çerçeve içinde General Kitchener, William Muldoon, Marlborough Düşesi ve Benvenuto Cellini’nin resimleri duruyordu. Karşı duvarda, Roma’lı başlığıyla O’Callahan’ın olduğu bir alçı duvar süsü vardı. Onun yanında da kelebek kovalayan limon rengi bir çocuk reprodüksiyonu vardı. Dulcie’nin sanattan anladığı tüm bunlardı ve kıza dert değildi, kimse izinsiz kopyalar için kızın canını sıkmıyordu, ne de hiçbir sanat eleştirmeni kelebek kovalayan çocuk yüzünden kaşlarını kaldırmıyordu.

Piggy, saat yedide gelecekti. Kız hazırlanırken, biz de dedikodu yapalım.

Dulcie odaya haftada iki dolar ödüyordu. Hafta içinde kahvaltısı on sente çıkıyordu. Giyinirken, gaz ocağında kahve yaptı ve yumurta pişirdi. Pazar sabahları ‘Billy’nin Restaurant’ında yirmibeş sente dana pirzola ve ananas kızartmasıyla krallar gibi kahvaltı yapıyor vee garsona da on sent bahşiş bırakıyordu. New York, insanı savurganlık yapmaya kışkırtan çok şey sunar. Hafta içi yemeğini mağazanın lokantasında öğle yemeğini altmış sente, akşam yemeğini de 1,05 dolara yiyordu. Akşam gazetesi –akşam gazetesi almamış bir New York’lu gösteremezsiniz!- altı sente geliyordu ve Pazar günü iki gazete – bir tanesi biri okumak diğeri iş ilanları için- onlar da on sent eder. Toplam miktar 4.76 dolar, şimdi insanın giysi alması gerekir ve ....

Vazgeçtim. Kumaşlar üzerine yapılan harika pazarlıklar ve iğne iplikle yaratılan mucizeler kulağıma geliyor. Ama kuşkum var. Dulcie'nin hayatına yazılmamış, kutsal, doğal, alın yazısı hükümlerden dolayı kadınların sahip olduğu şu eğlenceleri de ekleyecektim ki kalemim boşu boşuna havada kaldı, Kız, iki kez Coney Island'da lunaparkta atlı karıncaya binmişti. Eğlenceleri saatlerle değil de, yaz aylarıyla hesaplamak yorucu bir iş.

Piggy’ye gelince. Kızlar ona 'domuz' diye ad taktıkları zaman saygın domuz ailesinin üzerine haketmediği bir çamur atılmış oldu. Eski, büyü kitapçığındaki üç harfliler dersleri Piggy'nin biyografisiyle başlar. Şişmandı, fare kadar korkak bir yüreği, yarasa gibi alışkanlıkları ve bir kedinin asaleti vardı. Pahalı takımlar giyiyordu ve açlık konusunda uzmandı. Bir tezgahtar kıza bakarbakmaz, onun çay ve bonbon şekerleri dışında besleyici ne yeyip, yemediği hakkında sizinle yarım saat konuşabilirdi. Mağazaların olduğu yerlerde sinsi sinsi dolanır, tezgahtar kızları akşam yemeğine davet eder. Caddelerde köpeklerini gezdiren erkekler de ona bakarlar.öyle bir tip ki, daha fazla anlatamyacağım, kalemim onu tasvir edecek kadar marangoz değilim.

Yediye on kala Dulcie hazırdı, çatlak aynada kendine baktı ve görüntüsünden memnun kaldı,

Koyu mavi elbisesinde kırışıksız üzerine oturmuştu, siyah, şık tüylü şapkası, biraz kirli eldivenleri -hepsi feragat temsil ediyordu, özellikle yemek yemekten feragat ettiğini- çok yakışmıştı.

Bir an Dulcie güzel olduğu ve hayatın kendisine harika yanlarını göstermek için, esrarengiz peçesini kaldırmak üzere olduğu hariç her şeyi unuttu. Daha önce hiçbir beyefendi onu yemeğe davet etmemişti, şimdi bir anlığına büyük ve parıltılı dünyanın içine girecekti.

Kızlar Piggy’nin 'hovarda' olduğunu söylemişlerdi, müzik eşliğinde fiyakalı bir akşam yemeği bakacak muhteşem giysili hanımlar ve kızların isimlerini söylerken zorlanacakları yemekler olacaktı. Kuşkusuz kızı tekrar yemeğe davet edecekti. Bir vitrinde mavi ipek bir elbise görmüştü -haftada on yerine yirmi sent biriktirirse- bakalım Ah! Bu yıllar alır!- ama 7. caddede ikinci el giysi satan bir mağaza vardı...

Biri kapıyı vurdu, Dulcie kapıyı açtı, ev sahibi yüzünde kendini beğenmiş bir gülümsemeyle orada duruyor ve kaçak gazla pişirilmiş yemeği kokluyordu.

“Bay Wiggins adlı bir bey seni görmeye gelmiş”

Kendisini ciddiye almak zorunda olan bahtsız kişiler Piggy'ye böyle sesleniyorlardı.

Dulcie mendilini almak için tuvalet masasına uzandı ve orada durdu, alt dudağını dişledi, aynada kendisini uzun bir uykudan uyanan bir prenses gibi gördü. Kendisini üzgün, güzel ama kızgın gözlerle seyreden bir başkasını unutmuştu, kızın yaptığı şeyleri onaylayan veya lanetleyen tek kişi, uzun boylu, dobra, yakışıklı melankolik yüzünde üzgün ve insanı azarlar gibi bir bakışla tuvalet masasındaki resim çerçevesinden general Kitchener gözlerini kıza dikmişti.

Dulcie kurulu bir robot gibi pansiyoner kadına döndü

“Ona gelemeyeceğimi söyle, hasta olduğumu veya başka bir şey söyle”

Kapı kapanıp, kilitlendikten sonra Dulcie yatağına atlayıp başını yastığa gömüp on dakika boyunca ağladı. General Kitcehener onun tek dostuydu o Dulcie’nin beyaz atlı prensiydi, adam gizli bir derdi varmış gibi üzgün bakıyordu, muhteşem bıyığı bir rüyaydı, kız, adamın gözlerindeki şefkatli ama kızgın bakıştan biraz korktu. Günün birinde belinde uzun kılıcı çizmelerine şıngırdatarak kapıya gelip onu isteyeceğine dair fantezisi vardı. Bir gün bir oğlan çocuğu sokak lambasının altında şıkırtılar yapınca, generalin geldiğini sanıp pencereye koşmuştu ama kimse yoktu. Generalin Japonya’ya gittiğini ve vahşi Türklerle savaştığını ve yaldızlı çerçevesinden çıkmayacağını biliyordu ama o gece, ona bakmak bile Piggy’i unutturmuştu.

Ağlaması geçtikten sonra, Dulcie ayağa kalktı ve en iyi elbisesini çıkartıp, eski mavi kimonosunu giydi. Yemek yemek istemiyordu. İki dize dua okudu, sonra burnunu ucundaki kırmızı noktayla uzun süre ilgilendi sonra bir sandalye çekip, çekmecesinden eski iskambil destesini çıkartıp kendisine fal baktı.

Yüksek sesle “korkunç, küstah şey, bir daha onunla asla konuşmayacağım, bakmayacağım bile”.

Saat 9'da Dulcie, sandığından küçük bir kutu kraker ile ahududu reçeli çıkarıp bir güzel ziyafet çekti. General Kitchener'e de kraker üzerine sürülmüş reçel ikram etti ama adam kendisine bir sfenksin bir kelebeğe baktığı gibi baktı. - eğer çölde kelebekler varsa-

Dulcie “yemezsen yeme, hem öyle kızgın gözlerle, havalı havalı bakma, sen de haftada altı dolara çalışsaydın bu kadar kendini beğenmiş olur muydun merak ediyorum” dedi.

General Kitchener'e karşı kaba davranması Dulcie için hayra alamet bir şey değildi. Sonra yüzü sert bir şekilde aşağıya bakan Benvenuto Cellini'ye döndü. Ama bu bakışı mazur görebilirdi çünkü kız hep onun VIII. Henry olduğunu sanmıştı ve onu onaylamıyordu.

Dokuz buçukta, Dulcie şifonyerdeki resimlere son kez baktı, lambayı söndürdü ve yatağına yattı. General Kitchener, William Muldoon, Marlborough düşesi ve Benvenuto Cellini'ye iyi geceler bakışıyla bakarak yatmak korkunç bir şeydi. Bu hikayeden bir şey çıkacağı yoktu. Gerisi sonra geldi – Piggy, Dulcie'yi yine akşam yemeğine davet etti ve kız kendisini her zamankinden daha yalnız hissediyordu ve General Kitchener başka şekilde bakıyordu ve sonra...

Daha önce söylediğim gibi rüyamda güzel görünümlü meleklerin yanında durduğumu gördüm ve bir polis beni kanadımdan yakalayıp onlarla birlikte olup olmadığımı sordu.

Ben “onlar kim?” diye sordum.

“Bilmiyor musun? İşçi kızları haftada beş, altı dolara çalıştıran insanlar. Sen de o güruhtan mısın?”

Ben “ölümsüzlüğünüzün üzerine yemin ederim ki, onlardan değilim, ben sadece öksüzler evini ateşe verip, birkaç kuruş için kör bir adamı öldürdüm” dedim.


Orjinal Metin:   O'HENRY - An Unfinished Story

29 Mayıs 2013 Çarşamba

The Age of Stupid (Aptallık Çağı)


 “Cahillik eğitilebilir, sarhoşluk ayıltılabilir ama aptallık kalıcıdır” / Aristo


Bugüne dek iklim değişikliği üzerine bireysel desteklerle yapılmış en etkili bağımsız yapım olan film, acil önlem alınmazsa iklim değişikliğinin yaratabileceği felâketlere dikkat çekiliyor ve gelecek nesillerin içinde yaşadığımız bu çağı nasıl adlandıracağı sorgulanıyor: 21 yüzyıl tarihe, bu felâkete izin veren insanların yaşadığı “Aptallık Çağı” olarak mı geçecek?

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Goethe'nin İlk Aşkı


 "Şu zavallı varlığımızı sürdürmekten başka hedefi olmayan ihtiyaçlarımızı gidermekle uğraşıyoruz, başka bir şey yaptığımız yok. İçimizin rahat ettiği zamanlarda sükunet, tevekküle sığınmaktan ileri geliyor. Böylelikle zindanlarının duvarlarına güzel resimler, iç açıcı manzaralar çizen hapishanelere benziyoruz. Goethe / Genç Werther’in Acıları

Özgür bir ruh, değeri bilinmemiş bir şair, genç bir asi...Johann Wolfgang von Goethe, ve ilk aşkı başkasının kaderi olmak üzere...
Alman edebiyatçı Goethe'nin gençlik yıllarında sanatının başlamasına ilham kaynağı olan aşk hikayesini konu alan film, Alman ve dünya edebiyat tarihinin en önemli isimlerinden biri olarak kabul gören Johann Wolfgang von Goethe'nin genç bir hukuk öğrencisiyken kendisine ilham kaynağı olan aşkını merkeze alıyor. Girdiği hukuk sınavlarından geçemeyen, yüksek mahkemede çalışması için babası tarafından küçük bir kasabaya gönderilmesiyle başlayan ve kalıcı bir iş olarak o küçük kasabada bir hukuk bürosuna girmesiyle devam eden süreçte, yeni çevresinde edebiyata her zamankinden daha çok bağlanan, boş zamanlarını şiir yazarak geçiren Johann, burada sıkı çalışarak amiri Kestner ile arkadaş olur. Johann burada genç, güzel, açık görüşlü Lotte Buff isimli bir kadınla tanışır. Bu kadına tutulur. Kestner'in de Lotte'ye olan ilgisi hepsinin hayatlarını tersyüz edecektir. Lotte'nin ailesi kızlarını kariyeri ve parası olan Kestner'le evlendirmekte kararlıdır. Kestner’in de Lotte’ye olan ilgisi ve düşkünlüğü gençlere ilk aşk acısını da yaşatacaktır...

Alman yönetmen ve senarist Philipp Stölzl'ün yönetmenliğinde yapılan filmin senaryosunu Stölzl'ün yanı sıra Alexander Dydyna ve Christoph Müller kaleme aldı. Almanya'nın en büyük modernist edebiyatçıları arasında gösterilen Johann Wolfgang von Goethe'nin hayatından bir kesiti -ki “Genç Werther’in Acıları” eserine ilham kaynağı olan bu dönemdir- beyazperdeye taşıyan filmin başrollerini Alexander Fehling, Miriam Stein ve Moritz Bleibtreu paylaşıyor.

İzlemek isteyenler için:                                        

 


____________________________________________________________________________________   
Vizyon Tarihi: 16 Eylül 2011
Yapımı : 2010 - Almanya
Tür : Biyografi , Dram Süre: 100 Dak.
Yönetmen : Philipp Stölzl
Oyuncular : Moritz Bleibtreu , Nastia Dekva , Alexander Fehling , Jek Schallert , Miriam Stein
Senaryo : Philipp Stölzl , Alexander Dydyna , Christoph Müller Yapımcı : Michael Herbig , Marco Kreuzpaintner

17 Mayıs 2013 Cuma

Franz Kafka - Zorbalığın Yarattığı Yazar



“Kendimden başka hiçbir eksiğim yok” diyordu yirminci yüzyıl dünya edebiyatının en önemli yazın adamı Franz Kafka. Kırk bir yıllık yaşamı boyunca aile, iş ve toplum yaşamında hep eksikti o. Annesine, babasına karşı evlat olarak, bürokratik bir devlet ve toplum yapılanmasına karşı birey olarak eksikti. Yazdığı eserlerinde hep bu sözünü ettiği eksiklik, zayıflık yönlendirmişti onu. Bu eksiklikleri olmasaydı büyük bir olasılıkla Franz Kafka’dan da, eserlerinden de yoksun olacaktık bugün.

Yirminci yüzyılın sadece ilk çeyreğini yaşamış olan Kafka’nın eserleri çağımızı anlamada bizlere hala sonsuz ışığıyla yol gösteriyorsa eğer, bu yirminci ve yirmi birinci yüzyılı Kafkasız anlamamızın eksiz kalacağının biricik kanıtıdır. Öyleyse yaşadığımız dünyayı anlamak için Kafka’yı, Kafka’yı anlamak için de onun eserlerini ve yaşamını incelemek gerekiyor.

“Yaşam, daha başında kaybedilmiş bir savaştır.” diyecek olan Franz’ın yenilgisi 1883 yılının 3 Temmuzunda Prag’da başladı. Kafka’nın soyunun gerçek soyadı Kavka’ydı ve Franz da imzalarının çoğunu Kavka olarak atardı. Kavka , Çekçede alakarga cinsinden bir kuşun adıdır. Prag’da oldukça çok bulunan kavkalara bazen kutsal bir simge olarak bakılırken kimi zaman da sürüler halinde uçmalarından dolayı savaş habercisi olarak bakılmıştır. Kafka, soyadının taşıdığı bu zıtlığı yaşamı boyunca hep yaşayacaktır. Bu zıtlığın kökeninde ise, Kafka üzerine inceleme yapmış pek çok araştırmacının değindiği üzere, babasının otoriter davranışları yatmaktadır. Babası, Franz’ın dostlarını ve nişanlılarını sürekli eleştirir. Franz, babasını anlatırken sert bir dil kullanır ancak kinden uzaktır anlattıkları. Kin ile suçluluk duygusu koşut ilerler yaşamında ve eserlerinde. Zaman zaman babasının sevgi gösterdiği anları gözleri yaşararak anlatacaktır. Ne başkaldırır babasına, ne boyun eğer ne de sevgi taşır içinde ona karşı. Evde ve işyerinde, Hermann Kafka herkesi ezen zorbanın tekidir. Her fırsatta herkese bağıran, herkesi susturan, Franz’ı bir balık gibi parçalayacağını söyleyen, yanında çalışan hasta bir tezgahtarı için: “Gebersin Köpek!” diyen bu baba karşısında eli kolu bağlıdır. Babasının işçilerinin burnundan getirmesine inat oğul Kafka, iş kazalarına karşı bir sigorta kurumunda memur olacaktır. Aile yaşamına karşı duyduğu tiksinti o boyuttadır ki ‘Hepiniz bana yabancısınız’ der annesine. ‘Yalnızca bir kan bağı var, ama o da kendini duyumsatmıyor. Bundan da nefret ediyorum; evde annemle babamın yattıkları yatağın kullanılmış çarşaflarını, dikkatle yerleştirilmiş gömleklerin görünüşü, beni kusturacak kadar bunaltabilir, içimi altüst edebilir.’ diyordu.

Kafka’nın Dava adlı romanında yer alan tutuklama görevlileri, yargıç, avukat, amca Max, rahip vb… hep birer baba figürünün yansımaları olarak okunabilir. Dava’nın final bölümünde K. çukura yatırılmış idamını beklerken aklından bir takım düşünceler geçirir. Bir yardım beklemektedir ve yargıcı geçirir aklından: ‘Neredeydi o bir türlü yanına yaklaşamadığı yargıç?’ Franz da yaşamı boyunca babasının yanına yaklaşamamıştır. ‘Dönüşüm’ de romanın kahramanı Gregor Samsa ise üç durumla hesaplaşır: Baba otoritesiyle, duygusal yaşamın yok olmasıyla ve ekonomik sömürüyle. ‘Dönüşüm’de babasının işlerinin bozulmasıyla (Kafka’nın babasının yaşamı boyunca işlerini ailesinin önüne koyduğunu ve çalışanlarını ezdiğini göz önünde bulundurursak bu iflas, Kafka’nın önemli bir fantezisi olarak değerlendirilebilir) yıkılan ailenin tek umudu çalışmakta olan Gregor Samsa’nın bir sabah uyandığında dev bir böcek olmasıyla başlayan aile içindeki sorunlara ve aile bireyleri önündeki aşağılanma ve tiksinti duyguları arasında ortaya çıkan bir varoluş sorununa değinilir. Gregor’un ulaştığı nihai özgürlük aile fertleri tarafından bir süpürge ve bir faraş yardımıyla atılmak olur, tıpkı Dava’da Josef K.’nın öldürülerek kurtuluşa kavuşması gibi. Ölüm Kafka’nın en önemli sığınağı olarak, yaşam kafesinden kurtulmasının gereğidir.

Kafka: ‘Av köpekleri henüz avluda oynuyorlar; ama avları daha şimdiden ormanın içinde ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar, ellerinden kaçamayacaklar.” Bu özdeyişiyle insanoğlunun bir av olarak kaçınılmaz kaderine dikkat çeker. Aynı zamanda kendisinin zayıflığına ve ruhsal bakımdan güçsüzlüğüne de işaret eder. Kafka zayıflığı hakkında şunları yazar:

“Bildiğim kadarıyla, yaşam için gerekli koşulların hiçbirini beraberimde getirmiş değildim, yalnızca insana özgü genel zayıflığın taşıyıcısıydım. Bu zayıflık sayesinde -bu anlamda sözünü ettiğim zayıflık, çok büyük bir güçtür- yaşadığım dönemin bana zaten çok yakın olan, savaşmak değil belli ölçüde temsil olmak hakkına sahip bulunduğum olumsuz yanını olanca gücümle özümsedim.” (Fischer,1998, 15)

Kafka’nın Dava’sı Neydi?

Kafka, tüm eserlerinde baş kahramanlarına bu zayıflık, itilmişlik, güçsüzlük, çaresizlik vs. gibi psikolojik durumları giydirir. Kafka’nın karakterleri, felsefi ve psikolojik bir tartışmanın aktörleridirler. Kafka yine bir özdeyişinde “Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı.” diyerek insanoğlunun içine doğduğu toplumun tüm kurumlarıyla birlikte bireyi nasıl esirleştirdiğini vurgular. Şato adlı romanında kendini kabul ettirebilmek için kafese girmek için rıza gösterir baş kahraman K. Onun için yaşam, sorumluluklar yumağı içinde ve bireylerin özgürlük yanılsamaları ile avunduğu kocaman kafesten başka bir şey değildir. Aslında bu özdeyişi ‘Dava’nın da diğer tüm eserlerinin de ana düşüncesini oluşturur. ‘Dava’da, insanlarıyla, işyeriyle, mahkemesiyle, akrabalarıyla, diniyle ve memurlarıyla bireyin çevresini kaplamış olan toplum otoritesi adeta avını aramaya çıkmış kafesi andırır. Kafka, kendinden on yıllar sonra Jean Paul Sartre’ın söylediği ve varoluşçuluğun sloganı olan ‘Başkaları Cehennemdir’ düşüncesini tüm eserlerinde olduğu gibi ‘Dava’da da daha 1914-1915 yıllarında işlemiştir. Dava’nın yazıldığı dönemde dünyanın bir çok ülkesi, başka ülkeleri avlamaya çıkmış kafes gibidir ve Kafka, ölümünden hemen sonra ortaya çıkacak Hitler’in, Mussolini’nin ve Stalin’in dünyayı kafesleme emellerini görmüş gibidir.

Hepimiz gibi Kafka için de toplumsal otorite ailede başlar. Birey zaten bu yönüyle kafesin içine doğar ve kafesten kaçtığını sandığı her an bir başka kafes onu çevreler. ‘Dava’nın kahramanı K. tutuklandığını öğrenir. Başlangıçta tutuklanma nedenini merak etse de bu saçmalığı merak etmeyi anlamsız bulur. Ancak tüm yaşamı da davasına odaklanır. Artık yaşamının geriye kalan bir yılında her şeyi bu davadır. Gerçekte, K.’nın tutuklandığını öğrenmesi, zaten toplum içinde tutuklu olmuş olmasının farkına varmasından başka bir şey de değildir. Bundan sonra yaşayacakları, tutuklanma öncesinde yaşayacaklarından çok da farklı değildir. Tek farkı ise K.’nın içine kapatıldığı kafesin farkına varmış olması ve onun dışına çıkabilme çabasıdır. K. dışındaki hiç kimse de bunun farkına varmaz ve bu dava onlara anlamsız gelmez. Farkına varmamak onları huzurlu kılarken farkındalık, K.’nın mutsuzluğunu belirler. Herkesin K.nın davasını biliyor olması, herkesin bir davası olmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca herkesin onun davasından haberdar olması, ki bu onlara iktidar da sağlar, K’nın çevrelenmişliğinin bir dışavurumudur. Suçlanan, tutuklanan ve özgürlüğü elinden alınan biri olarak K. davalıdır. Suçlayan, tutuklayan olarak davacı ise toplumdur. Rahip K.ya davanın yapısı hakkında bir bilgi vererek varoluşçuluğa gönderme yapar: “Mahkeme senden bir şey istemiyor ki! Geldiğin zaman niye geldin demiyor, gitmek istedin mi, koyveriyor gidiyorsun.” Bu yaşama ilişkin bir bilgidir. Yaşamda kendi varoluşumuzu kendimiz belirleme hakkına sahibizdir ancak sonuçlarına katlanmak şartıyla. Örneğin işe gitmeme hakkı bizde saklıdır ama buna karşılık verilecek ceza bizim dışımızdadır. Aynı durum din için de geçerlidir. İnanıp inanmama özgürlüğüne sahibizdir eğer cehennemi göze alabiliyorsak, cezası bizim dışımızda örgütlenir. K’nın davası da aynı sorunu içinde barındırır. K. kendini savunma hakkına sahiptir, bunun için Amcası Max aracılığıyla bir avukat da tutar. Böylece K. amcasının ısrarı ve avukat yoluyla toplumun istemlerine boyun eğdirilecektir. Ancak K. kendi varoluşunu kendisi belirlemek ister ve avukattan vekaletini alır, kendini savunma ihtiyacı duymaz. K. kararını vermiştir ve sonuçlarına da katlanacaktır. K.’nın sonu toplum kurbanı olmaktır. O toplum ki kurumlarıyla, baskısıyla, bürokrasisiyle bireyi kafesin içine alır. Bireyden beklenen tek rol zayıflıktır. Ünlü Kafka çözümlemecisi Ernest Fischer, bürokrasi üzerine Kafka’dan şunları aktarır:

”Bürokrat için insanca ilişkiler değil, yalnızca nesne ilişkileri vardır. İnsan evraka dönüşür. Evraka verilen sayı ile belirgin kılınan, ölmüş bir varlık olarak evrakın akışına girer. Bu varlık şahsen çağrıldığı zaman bile bir kişi değil, yalnızca ‘olay’dır. ‘Konu’ ile ilgili olmayan ne varsa akıp gitmiştir. Resmi dairelerin koridorları aşağılanma kokar. Sigara içmek kesinlikle yasaktır. Bu yasağın kapsamına soluk almak da girer. Buna karşılık yürek çarpıntısına izin vardır, dahası çarpıntı olması istenen bir şeydir. Her türlü ümit uçup gider. Kapıdan kapıya gönderilen kişiye suçluluk duygusu aşılanır. Buraya giren, yalnızca bir vizite kağıdı ya da pasaportunun uzatılmasını istese bile kendini suçlu duyumsar. En iyi olasılıkla bir dilek sahibidir, aslında ise suçludur.”(Fischer,1998,33)
___________________________________________________________________________________

KAYNAKÇA
– Fischer, Ernst(1998) Kafka. Çev. Ahmet Cemal, İstanbul:Kavram Yayınları
– Kafka, Franz(1983) Günce. Çev. Mazhar Candan, İstanbul:İmge
– Kafka, Franz(1997) Dava. Çev. Kâmuran Şipal. İstanbul:Cem Yayınevi
– Kafka, Franz(2000) Aforizmalar. Çev. Esendal Kuzucu. Ankara:Sis Yayıncılık
___________________________________________________________________________________ 




KAYNAKLAR

students.itu.edu.tr
Franz Kafka DÖNÜŞÜM İlya
Yayınları

Zafer Altuğ
Kafka Hikayeleri Cem Yayınları

10 Mayıs 2013 Cuma

KELİMELER MÜZESİ


“Kitaplar kaybolmuş kafaların anıtlarıdır.”

   İsmini hatırlayamadığım düşünürün bu sözü, kafamın içinde yanıp sönen bir neon gibi asılı bir şekilde durduğunu hissediyorum.

   Ne zaman bir kitaba başlasam “bu adam, bunu yazarken, neyin kafasını yaşamış acaba?” gibi sorulu cümlelere yönelmem, yukarıdaki sözü benimsememin başka bir açısıdır. Gerçekten baktığımızda, yazarların onca kelimeleri bir arada toplayıp, düşlerindeki kendi devrimlerini sayfalarca gerçekleştirdikleri gibi, kaybolmuş zihinlerinin buluştuğu bir mekandır kitaplar. Orada en güzel, en akıldan geçmemiş yollara başvuruluyor ve o derinliklerde kendi yontulmamış özlerinden bir anıt dikebiliyorlar, kaybolmuş kelimelerin müzesine.

Yazımda kitapların önemi ve hayatımızın bir parçası olması gerektiğinin vurgusunu, vura vura akıllara çivilemek gibi bir niyetimin olduğu düşünüyorsanız, bu uzun kurulan prefabrik cümleler sonrasında, yanılgı payınızı hesabınıza yatırmakla birlikte, sizlere katılmadan edemiyorum.

Kitaplar hakkında; şöyle önemli, böyle güzel, okuyun, okumayanlara okutun vb. cümleler kurmak istemiyorum. Zaten bu yüzyılda, buraya uğrayıp, bunu okuyan bir çok kişi kitaplara aşina kişidir diye düşünüyorum. Burada yapmak istediğim, kaç yüzyıl önce kitap konusuna farklı ilişkilerle değinmiş olan Fransız deneme yazarı, Montaigne’nin “Denemler” adlı eserinden seçtiğim, “kitap” ile ilgili denemelerine yer vermek istiyorum. Kelimeler Müzesi'nin bana verdiği yetkilere dayanarak.

“Ben kitaplarımı yaratmadan kitaplarım beni yarattılar”. / Montaigne


KİTAPLAR

  İki alışveriş, (dostluk ve aşk) rastlantılara ve başkalarına bağlıdır; biri aramakla bulunmaz kolay kolay, öteki yaşla solar gider. Onun için yaşamımı doldurup doyuramazdı onlar. Üçüncü alışveriş, kitaplarla
kurduğumuz ilişkidir ki daha sağlam ve daha çok bizimdir. Ötekilerin başka üstünlükleri vardır, ama bu üçüncüsü daha sürekli ve daha kolayca yararlıdır.

  Ömür boyu yanı başımda, her yerde elimin altındadır. Kitaplar yaşlılığımda ve yalnızlığımda avuturlar beni. Sıkıntılı bir avareliğin baskısından kurtarır, hoşlanmadığım kişilerin havasından dilediğim zaman ayırı verirler beni.

  Fazla ağır basmadıkları, gücümü aşmadıkları zaman acılarım törpülerler. Rahatımı kaçıran bir saplantıyı başımdan atmak için kitaplara başvurmaktan iyisi yoktur, hemen beni kendilerine çeker, içimdekinden uzaklaştırırlar. Öyleyken, onları yalnız daha gerçek, daha canlı, daha doğal rahatlıklar bulamadığım zaman aramama hiç de kızmaz, her zaman aynı yüzle karşılarlar beni.

  Atını yularından tutup ardından çekene yürümek kolay gelir, derler. Bizim Jacques, Napoli ve Sicilya kralı, o genç, güzel, gürbüz adam, sedyeyle taşıtırmış kendini uzun yollarda, başı fukara işi bir yastığa dayalı, boz kumaştan bir giysi ve takkeyle; ama şahane bir alay gelirmiş ardından: Tahtırevanlar, yularından çekilen türlü türlü binek atları, rütbeli cübbeli kodamanlar, görevliler: Bu ne perhiz, bu ne turşu
dedirtecek gibi. İyileşmek elinde olan bir hastaya acınmaz. Pek doğru olan bu atasözünü ben denemiş ve kullanmış olarak, kitaplardan gördüğüm yarar için söyleyebilirim. Gerçekten ben kitapları, kitap
nedir bilmeyenlerden fazla kullanmam diyebilirim. Cimriler nasıl günün birinde kullanacağım diye hiç dokunmazlarsa definelerine, ben de öyle saklarım kitaplarımı. Ruhum onların benim olmasıyla doyar,
yetinir. Savaşta, barışta, kitapsız yola çıktığımız olamaz; yine de hiç kitap açmadığım günler, aylar olur. Biraz sonra, yarın, canım istediği zaman okurum derim. Zaman yürür gider beni dertlendirmeden; çünkü
kitaplarımın dilediğim zaman bana sevinç verecekleri, yaşamama destek olacakları düşüncesi anlatabileceğimden daha büyük bir rahatlık verir bana. İnsan yaşamı denen bu yolculukta benim
bulduğum en iyi nevale kitaplardır ve ondan yoksun anlayışta insanlara çok acırım.

  Vermekte aşırı giden bir kralın uyrukları istemekte aşırı giderler. Akla göre değil örneklere göre pay biçerler kendilerine

  Bir düzeni sarsanlar, onun yıkılmasıyla ilk ezilenler olur çoğu kez. Kargaşalığı çıkaran, yararını kendi görmez pek; Başka balıkçılar için suları bulandırmış olur.


KİTAP VE YAŞAM

  Ne yaparsınız bu adamlara: yazılı olmayan lafı dinlemezler, kitaba geçmedikçe sözlere inanmazlar, gerçeğe sakallı olmadıkça kulak vermezler. Budalalıklar yazı kalıbına döküldü mü bir ciddilik
kazanıyor. Bir yerde duydum, derseniz olmaz. Bir yerde okudum, diyeceksiniz. Ben insanların sözleriyle yazılarını ayırt etmediğim için konuşurken yapılan yanlışların yazarken de yapıldığını bildiğim,
zamanımıza eski zaman kadar değer verdiğim için bir dostun dediklerine büyük bilginlerin sözleri kadar değer veriyorum; kitaplar kadar kendi gördüklerimden de yararlanıyorum. Onlar der ki: Erdem uzamakla daha büyük olmaz. Ben de derim ki: Gerçek, ihtiyarlamakla daha akıllı olmaz. Hep söylerim: Örneklerimizi yalnız yabancılardan ve kitaplardan almak budalalıktır. Örnek bakımından zamanımız Homeros ve Platon zamanından daha az zengin değildir. Ama çoğumuzun istediği doğru söz söylemek değil, bilgiçlik taslamaktır. Sanki Plotin yahut Vascossan'ın dükkanından getireceğimiz tanıtlar kendi köyümüzden getireceğimiz tanıtlardan daha soyluymuş gibi. Gözümüzün önünde olup bitenleri, yararsız eklentilerden ayırıp belirtmeye, düşüncelerimizi onlar üzerinde işleyip değerlerini meydana çıkarmaya gücümüz yetmiyor.


KİTAPLARIN DEĞERİ

 Bir insanın değerini anlamak istedim mi, kendinden ne kadar memnun olduğunu, söylediklerini, yaptıklarını kendini ne dereceye kadar beğendiğini sorarım. Şu türlü özürleri pek dinlemek istemem: Bu işi laf olsun diye, şakacıktan yaptım;

"Ablatum medüs opus est incudibus istud. (Ovidius)

  İşi daha bitmeden çıktı tezgahtan."

bir saat bile durmadım üstünde; yaptıktan sonra bir daha gözden geçirmedim. Öyleyse, derim, bırakın bu işleri de hangi eseriniz sizi tam veriyorsa, değerinizin hangisiyle ölçülmesini istiyorsanız onu gösterin bana. Sonra şunu sorarım: Eserinizde en güzel bulduğunuz nedir? Şu parça mı, bu parça mı? Onda da beğendiğiniz yapısındaki hoşluk mu, kullandığınız malzeme mi, bir buluş, bir düşünce, bir bilgi mi? Hep görüyorum çünkü, insan başkasının işi kadar kendi işini değerlendirmekte de aldanıyor, yalnızca araya duygu karıştığı için değil, asıl değeri bilmediği, ayırt edemediği için. Bu eser, kendi gücü ve talihiyle onu yapmanın buluş ve bilgi gücünü aşabilir. Ben kendi hesabıma en az kendi eserimin değerini kestirebiliyorum: Denemeler'i bir batırır, bir çıkarırken hep kararsızlık ve kuşku içindeyim.

  Kimi kitaplar vardır, salt konularıyla yararlı olurlar değerlerinde yazarın payı yoktur. Üstelik öyle iyi kitaplar, öyle yararlı işler vardır ki insan yapmış olduğuna utanır.

  Örneğin ben şimdi tutsam istemeye istemeye bizim ülkenin yemeklerini, kıyafetlerini yazsam, zamanımızdaki kralların fermanlarını, halkın eline geçen mektuplarını toplasam; güzel bir kitabın özetini çıkarsam (ki güzel bir kitabın her türlü özeti saçma bir özet olur ya!) ve o kitap sonradan kaybolsa, buna benzer daha başka işlere girişsem. Elbette gelecek kuşaklar bu yazılarımdan eni konu yararlanabilir; ama ben o zaman talihimden başka neyimle övünebilirim? Nice ünlü kitaplar, böylesi kitaplardır.

  Birkaç yıl önce Philippe de Commines'i okuyordum. Çok iyi bir yazardır kuşkusuz Commines. Kitabında şu yabana atılmaz söz gözüme çarpmıştı: İnsanın efendisine ettiği hizmet onun bu hizmete verebileceği karşılığı aşmamalı. Meğer bu sözün değeri yazarda değil salt kendindeymiş. Aynı söze geçenlerde Tacitus'ta rasladım: İyilikler insana, karşılığını verebileceğini sandığı sürece hoş gelir. Bu ölçüyü aştılar mı onları minnetle değil kinle karşılarız. Seneka aynı şeyi daha kuvvetle söylüyor: İnsan karşılık veremediğinden utandı mı karşılık verecek kimsesi olmasını istemez. Cicero da, biraz daha gevşek: Memnun edemeyeceğini sanan, kimsenin dostu olamaz, diyor.

  Bir konu, cinsine göre, bir adamı bilgili, zengin bellekli gösterebilir. En kişisel, en değerli tarafını, ruhunun asıl gücünü ve güzelliğini anlayabilmek için, kendinden olanla olmayanı ayırdetmek, kendinden olmayan şeyleri de nasıl seçtiğine, düzenlediğine, nasıl bir şekil ve dil kullandığına bakmak gerek. Başka türlü olur mu? Ya söylediğini başka yerden almış ve daha kötü bir şekle sokmuşsa? Çoğu kez böyle oluyor. Kitaplarla alışverişim azsa yeni bir şairde gördüğüm güzel bir buluşu övmeye cesaret edemem; önce bilen birinin bana o parçanın şairin kendi malı olup olmadığımı söylemesi gerek. O zamana kadar dilimi tutarım, neme gerek.

  Yılların elimizden çekip aldığı yaşama zevklerini dişimiz tırnağımızla savunmalıyız.

  Derler ki, uzun süren hayat, hayatların en iyisi değildir, uzun sürmeyen ölümse ölümlerin en iyisidir. 

  Ah bir dost! Eskiler dostluğun sudan ve ateşten daha zorunlu ve daha tatlı olduğunu söylerler, ne doğru. 


KİTAPLAR VE İNSANLAR
   
Ne yapacağız bu insanlarla? Yalnız kitaba girmiş tanıklıklara önem veriyor insanlara kitaba girmedikçe, doğruluğu geçerli yaşı olmadıkça inanmıyorlar. Budalalıklarımızı harflere dökünce saygınlaştırmış oluyoruz. Okudum demek, birinden duydum demekten çok daha ağır basıyor. Ama ben insanların ellerini ağızlarından daha inanılır bulmadığım, konuşurken saçmaladığımız kadar yazarken de saçmaladığımızı bildiğim ve bizim çağımızı geçmiş başka bir çağdan ayırmadığım için, Aulus Gellius ya da Mavrobius kadar benim bir dostumu, onların yazdıkları kadar benim gördüklerimi öne sürebilirim. Onlar nasıl erdem için uzun sürmekle daha büyük olmaz diyorlarsa ben de doğruluk için, yaşı büyüdükçe akla daha yakın olmaz diyorum. Sık sık söylerim: Örneklerimizi hep yabancılardan ve okul kitaplarından vermemiz ahmaklıktır düpedüz. Örnekler, Homeros'un, Platon'un zamanında olduğu kadar boldur bugün de. Ama biz düşüncenin doğruluğundan çok, ömeklerin gösterişi peşindeyiz; kanıtlarımızı kitapçı Vascasan ya da Platin dükkanından alıp kullanmak kendi köyümüzde gördüklerimizden çıkarmaktan daha üstün bir doğruluk sağlarmış gibi. Ya da belki gözümüzün önündekileri ayıklayıp değerlendirmeye, onları sıcağı sıcağına eleştirip örnek haline getirmeye yatkın değil kafamız. Çünkü, kendi tanıklığımıza güvenecek kadar bilgin ve yeterli değiliz dersek, yersiz söz etmiş oluruz. O kadar ki, bence, en orta malı, en çok bilinen, en gösterişsiz şeyleri kendi ışıklı yanlarından görebilirsek, onlardan doğanın en büyük mucizeleri, ömeklerin en zenginleri çıkarılabilir, özellikle insan eylemler konusunda.

   Burada yazıma tezkeresini verirken, bizden bir gerçekliğide unutmamalı ve bir düşünmeli derim:

 "Kelimeler, kelimeler albayım.. Bazı anlamlara gelmiyor." / Oğuz Atay

___________________________________________________________________________________

 

Montaigne - Denemeler

KİTAPLAR
(Kitap 3, bölüm 3) (Kitap 3, bölüm 6) 
(Kitap 1, bölüm 23)

KİTAP VE YAŞAM 
(Kitap 3, bölüm 13)

KİTAPLARIN DEĞERİ 
(Kitap 3, bölüm 7) (Kitap 1, bölüm 39)
(Kitap 3, bölüm 9) (Kitap 3, bölüm 9)

2 Nisan 2013 Salı

KARMAKARIŞIKLAŞMAK - Bir buçuktan iki



Yeniden uyanmak!
Yatak ile beden ilişkimizin hangi boyutlara ulaştığını umursamadan uyanmak.
Belki artık yatak da nefret ediyordur bizden
"kalk artık üstümden be adam" dercesine.
Bunu uyku sersemliği anımda kendime sormuşken, aslında bir başka rüyama atlıyor muşum balıklama. 
Orda da "filozof" muşum mesela.
Ve sakalarımı okşarken yatağa odaklanıyormuşum anında:
"Onun var olma görevi miydi altımıza çaresizce kendini bırakmak?..”
Neden bir masa, yatak görevinde değil?
ya da bir yatak, masa yerine kullanılmıyor nedensizce?
Çünkü "biri yatak, bir diğeri ise masa olduğu için"
diyerekten cevap verilmesi, ne kadar basit ve aciz bir öngörü yaklaşımıdır.

Belki de bunca zaman sorgulamadığımız ve de kendi yorum ve fikir değerlerimizi kullanmaya cesaret edemediğimiz için, bu örnek nesnelere farklı boyutlar içinde yaklaşamayıp, düşüncelerimizin neleri değiştireceği kanaatine varamamış olmamızdandır. Hep tanımadığımız nesillerin yaratıcıları boyunca, onlar böyle istediği için bu düzen böyle süre gelmiş. 

Her konuda olduğu gibi, bu hayatın işlevsel olarak insana yardımcı olmaya yarayan nesnelerinide, bilmem kaçıncı yüzyılda-çağda bir insan evladının benimsediği ve belirttiği kendine has olgu-yargıyı, ardı sıra izleyen nesillere -tembelliklerini ve hazıra konma arzularını kullanarak- kabul ettirmişler. 
Hiç umurunuzda olmasa da, kafanızın içinden çıkarmakta güçlük çekebileceğiniz bir köşesine gidebilecek, kısa mesaden biraz noksanlı bir doksan vuruşudur bu anlattıklarım.

Yinede basit bir rüya tabirinden öte değil galiba bu satırlar.
 Bir şarkıda söylendiği gibi;

“But that was just a dream
  that was just a dream”  
 (Bu sadece bir rüyaydı)
 

20 Mart 2013 Çarşamba

Tanrı’nın Kusursuz Yalnız(lık)ları



Yalnızlığı iyice koyulaştırıyorum zihnimde. Var olan yalnızlığımı daha da kalabalıklaştırıyordum küçük dünyamda. Bunun için özveri gösteriyordum, bu kaçınılmaz bir sonmuşçasına. Galiba kabullenmenin gerçekliğini kavrıyordum. Yaptıklarımın yanlış olduğunu hissede hissede; ama sesimi çıkarmadan, içime atarak geriye çekiliyordum. Ne kadar boşluk edinmişsem kendime; şeytanın en çok satanlar rafından, edinirken içine koyduğum huy ve uğraşlara dalıyordum, arkama bakmadan kaçarcasına.

Tanrı’yı düşündükçe, yalnızlığın o kadar da anormal olmadığını, hatta yalnız olamayan, çiftini bulmuş insanların lükse kaçtığı kanaatine varabiliyordum. Evet yalnız olmamak! Bu bir lükstü yahut Tanrı'nın cömert hediyelerinden biri. Bu yazıyı yazdığım ana kadar bilmem kaç küsur milyar insana ulaşan nüfusun içinde yalnız ve yalnız olmayanlar, eşit bir biçimde değildir muhtemelen. Bir gerçek daha ağır çekiyordur muhakkak. Bu dünyada eşit olmayan her şey gibi!.

Tanrı; “Doğmamıştı, Doğurulmamıştı” Evreni, hatta boşluğu dahi kendisi yaratmıştı. Profesyonel bir yalnızlıktan bahsediyorum. Gücüne kıyasla daha enteresan, daha kendinden parçalar yaratabileceği aşikardı. Lakin yalnızlık Tanrı’ya dahi ağır mı gelmişti?

Yarattığı boşluğun içine -teşbihte kusur olmaz diyerekten- düşmüş olmaz mı diye sormalı bir yerde. Buna bağlı olarak, yalnızlığını sonlandıracak, duygusal bir gerçeklik yaratarak; minnet, saygı, nefret, mutluluk, acı, ceza, ödül ve genelde huzur vaatlerinde bulunacağı bir alan oluşturmalıydı. Bunu gerçekleştirerek, gücünün arkasındaki yalnızlık olgusunu, yenebilecek bir mucize tasarı ile bu boşluğu doldurabilecekti. Dünyevi sonlanması(Kıyamet) olağan olmasına rağmen, devamlılığını koruyacak olan kutsal bir uğraş ve büyük bir anlam kazandırmış olacaktı.

Yalnızlık kumaşını, üzerlerine sarabileceği canlılar yaratması; bunu hissedebilmeleri için yalnız olmayanları aralara da serpiştirmesi, dengeyi sağlamalıydı, işi matematiğe vurmak gerekirse. Lakin “duygu” planları altüst edecek bir gerçekti. Tanrı da yanılabilir miydi?

Kim bilir belki bu senaryo hiç oluşmadı, bu yalnızların avuntu çeşmesine ağızlarını dayamasıyla, susuzluğunu giderdiği, ıslak bir kuruntudan ibaretti. Yani her şey birden bire olmuştu söylenenlere bakılırsa; olması gerektiği için “ol” denmiş ve “olmuş” Bu daha yalın ve anlaşılırdı, bir cümle ile her şey basite indirgenmişti. Böylece İnsanlar bu sorunu bırakıp, dünyevi denizde boğulmamanın uğraşına dalmış, uyuyorlardı. Boğulmaya asıl sebep olacak eylemden habersiz; tatlı gelen bir uyku hali.

En başa dönecek olursam, daha içsel bakarak duruma, bunların hiçbir önemi yok aslında. Olanları başa saran, yersiz bir anlam çıkarma eyleminden öteye gitmiyor. Elinde sonunda insan yalnız kalıyor, en çok kalabalık hissettiğinde dahi yanı başını. Çünkü tanrı her şeyden önce yalnızdı, ardından bir dizi yalnızlıkları yarattı. Her şey biraz Tanrı’nın kusursuz yalnız(lık)ları..


15 Mart 2013 Cuma

SENDE İNSANSIN


Akıl güçlüdür;
ama yalnızdır
bir fikir koy yanına
şahlanır ağırlığınca
akıl kumardır;
elinde zarları sallanır
elinden düşürmez
büyük oyuna hazırlanır.

Sen bekle dur
o gün kapındadır
çalınca açacaksın
çünkü sende insansın
acıyı-tatlıyı tadacaksın
farkına varınca
kahrından belki ağlayacak
belki sırıtacaksın..

Sonunda düşen
hep sen olacaksın
ölüm akla düşünce;
ateşten yanacak,
bir anlam yüklenmeden
anlamsızlıkla boğulacaksın
çünkü sende insansın
Sonu baştan okunmuş
hüzünlü bir romansın...

24 Şubat 2013 Pazar

KISA MESAFELER




Kaldırıyorum aklımın bütün gemilerini
                               İçine yüklediğim kaçak düşler, fikirler...
İstikamet neresi? Rotan ne kaptan?
                      Dile getir! Mendiller havada çakılı bizi bekler.
                                            
Kalbimden esinlenen, kaç insan vardır limanda seyreden..?
                            Boşuna umut yeşermesin gözlerinde
ne istikamet belli, ne de hayaller
                           evvela kalbimden esinlenenler
         atışını hissedince, kırıklığını da artık bilirler.           

21 Ocak 2013 Pazartesi


KAĞITTAN SERZENİŞLER

Nerden başlamalı bilemiyor insan.
Neden başlamalı ki ayrıca.
O’nu ilgilendirmeyen,
bir kağıt parçasının üzerinde
değer kazanır mı?

Böyle konuştuğuma bakma!
Haksızlık ediyorum sana.
Hep sen kaldın yanımda.
Ne bir dost ne bir sevgili
kaldı yarına…

Özür niyetine empati kurdum anında
kağıt, senden bir farkım yok bu durumda
buruşturulup atılıyor insanda
ne sorgu ne korku…
geçmişinin hiçe sayıldığını görmek
koyuyor ulan adama.

Gel gör ki;
ne farkı kalıyor insanın,
buruşturulan bir kağıt parçasından.

Şizofren oluyorum inceden galiba
ne kağıt kadı ne kalem.
Hepsinle olmuştur muhabbetim,
en azından bir merhabayı esirgemem.

Bu kadar aciz bir benzetme..
Çok mu sevdin be adam?
soruyorum kendi kendime.

Bak! Öyle bir gitmişsin ki,
Anlatamıyorum cümlelerde bile.
Satırlar boyu saçmalıyorum.
Neden tutuyorsam kendimi..
Ah! Gidişinin önüne sermeliydim,
ana avrat atarlı cümleleri.

Ama,
Öyle bir gitti ki O,
Öyle bir gittin ki Sen,
Öyle bir bırakıldı ki Biz,
Öyle bir şaşırdı ki Onlar..

Anlayacağın
gidişin ne bana yaradı,
ne kişi zamirlerine.

Umarın gittiğin yere
Kısa zamanda varırsın.
Her ne kadar varmak
bitiş değil, başlangıç olsada-
-bu arada yazdıkları mı hiç bilmeyecek olman da
ayrı koydu ya yazının sonunda..
Evet, s’ona nokta var.
Epey geç olmuş, bu satırda dolmuş vakit..


15 Ocak 2013 Salı


 ..Buralar

Ne zamandır yokluğunla yorulmaktayım.
Kafamda birçok hayali bitirmekte,
kaybettikçe farkında,
kayboldukça dahada
yalnızlaşmaktayım.
Bir yerlerdeyim işte
soğuk, sessiz,
vurdumduymaz,
halden anlamaz bir yerde.
Ve gerçekten buralar soğuk.
Her yanı yanmak üzere sanki,
ama üşüyorsun nedensizce.
Bir süre sonra sorgulamıyorsun.
gittikçe alışıyor,
avunuyor,
aldanıyorsun.
Gariptir, ama böyledir buralar.
Hep mi böyledir diye soranlar;
birileri gider birilerinden
sonra böyledir buralar.
belki sensizliktendir bendeki buralar.
nedenini anlamıyorum
hiç konuşmuyor kalbim
senden sonra buralar
suskun, dilsiz, çaresiz
kalbim ...


10 Ocak 2013 Perşembe





BOŞLUK DOLDURMACA


Uyanıyorum. Hava yine salya sümük. Nerden mi anladım? Camlarada bulaştırmış, olmuşlar buğulu. Dokundum, elime sildiler ağızlı burunlu.

Olağan bir duruma böyle yaklaşmam canımı sıktı, sigaramı aradım. Paket boştur aslında. En fazla bir kontenjanla sınırlı, dudağıma atama bekliyordur. Neyse ki gördüm. Orda yine, yatağın baş tarafının halıya doğru uzanan hizasında, yatağın altına ilişmiş, irkilircesine. Almak için yatağın altına eğildiğimde baktın ki; birikmiş yığınla boşluk kalıntıları.

Evet, dağınık bir kişilik olabilirsiniz, ama bu kadar çok boşluk biriktirecek kadar boş vermiş olamazsınız. Daha doğrusu olmasanız daha yararlı. 

Bir şeylerden bahsettim birkaç satır önce. Bu yüzden devam etmem gerekiyor söylenmesi gerekenler, anlamlarını yitirmeden. Kötü haber nerden, nasıl bahsedeceğimi bilmiyor, kelimelerin gidiş yolundan cümlelerime ulaşmaya çalışıyorum. Bekleyin biraz! Sigaramı yakıyorum. Her şeyi o başlattı. Şimdi yaktım onu!

Ben yazılarımda hep uzatmaları oynuyorum. Bu uzatma, futbol teriminin anlam kazandırdığı bir uzatma değil. Gerçek uzatmalardan bahsediyorum. Çoğu insan söyleyeceklerini pat diye söylüyor, yazarken de aynı şekilde öyle yapıyor. Ben  bunu beceremiyorum. Galiba ne kadar kısa ve direk yazarsam, yalnızlığımla o kadar uzun vakit geçireceğimden emin olduğum için korkuyorum.

Bu yüzden yazdıkça yalnızlığa karşı uzaklaştırıcı bir dua okuyormuşum gibi hissediyorum ve de işe yarıyor, bu süre sarfında bana pek musallat olmuyor. Bu aralarda yalnızlıkta yalnızlıktan korktuğu için mi bilinmez, her boşluğu değerlendirmek ister; görmenin mümkün olmadığı, lakin hissetmenin an ve an yaşandığı meşhur boşluk duvarlarına tırnaklarını geçirenlerle, sıkılmadan oynadığı oyunlarına devam eder.

Herkesin kaçış yolu vardır bu tarz gerçeklerle ilgili. Yazının kapılarını açtığınızda sizi ilk “uyanmak” ile karşıladım. Çok basit bir karşılama olduğunun farkındayım. Hiçbir enteresan ayrıntısı yok, ama bu hiç enteresan gelmeyen olgu bütün boşlukların ya da yalnızlıkların başlangıcını temsil ediyor kanımca-Ayrıca Temsil gücüde tanınmış, huzuruna çıkan her güneşin karşısında.

Durun! Nasıl unuturum vardiyacı uyanmaları. Gecedir onların mekanı. Yüzümüze afrasını atıp, güneşe inat yıldızların arasında saygı duruşa geçen bir de Ay’ı vardır.

En çok bu zamanın müdavimleri, geçtikleri boşluklarda izler bırakır. Ne kadar karanlıksa etrafları kimse bilmez o kadar iz bırakır, gelenlere yol olsun diye değil! Aksine o yoldan dönsünler diyedir fark etmeden sarf ettikleri çabaları...

…yani boş geliyor yığınla harf dolu zırvalıklar insanlara. insanlar oyun oynamak istiyor. Oyalanmak! Gerçeklerle yüzleşmek, ruhlarının çakma derisini yüzmek gibi hissettiriyor.  

Ellerinde bir bulmaca, içinde sarmaşığa dönüşmüş boşluk doldurmaca.
Kazansanda bir boşluk, kazanmasanda.
Ziyanı yok oynamaktı önemli olan.
Çünkü oyunun ta kendisiydi seviliyor olan.
Oyunu kazanman ya da kaybetmen için bitmesi gerekirdi en azından.
Hiç bitmeyecek bir oyun olur mu? Elbet biterdi.
Bir oyun vardır ki: ne zaman biter bilemezsin.
O zaman oyunun kendisi olursun.
sen bitince, oyunda solanmış olur..

Oyunlar, oyalanmacalar, yalanlar...

..İnsanlar biraz fazla büyümüyor, biraz daha bürünüyor…

9 Ocak 2013 Çarşamba



 KARMAKARIŞIKLAŞMAK


Sabah kalktığında gitmen gereken yerler vardır. Belki akşam. Peki ya  gece? Zamanın herhangi bir diliminde anlaşalım. Evet, yapman gereken zorunlu olsun yahut olmasın bir şeyler vardır ama, oturduğun köşende o kadar sinmiş ki üzerine aklında kalanlar. Kokusunu çıkarmadan üstünden, ayrılmak istemezsin kala kaldığın yerden. Öylece bir noktaya odaklanmışsındır ki; geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman birbirine girmiş, büyük bir kavgayı ayırıyor muşsun gibi hissedersin. Sesler, uğultular, daha kötüsü büyük çığlıklar. O kafanın içindedir ki; buna engel olamamak, seni umutsuzluğa sürükleyen, aciz bir soyut kavarama dönüşür. Sen o soyutlukta hiç deniz görmeyen biri gibi, o denizin üzerinde duracakmışsın gibi düşüncelere bürünürsün. Oysaki içine girdiğinde ya boğulacaksın ya da çırpındıkça daha da batacaksın. Kurtulma şansı yok mu? Bunu bilseydim o soyut okyanusundan, somut kıyılara çoktan çıkmış olurdum. Halen çırpınıyorum. Bir çoğumuz gibi batıp çıkarak bir şans bekliyorum işte. Beklide şanslıyız bununla yetinebilenlerle. Ya hiç şansı olmayanlar? Çoktan boğulup gidenler ? Onlar da istemez miydi çırpınarak birkaç dalga, birkaç deniz köpüğü daha görmek. Ben bu kafamın içinde, süzgeçlerimde takılı kalan unutulmuş gerçeklere: “karmakarışıklaşmak” diyorum. Aslında onlarca bir şeyler söylenebilinir. Pek bir numarası yok bu tanımın bahsettiklerimin karşısında. Ama bir şeylere isim koyulmalı; bize, ona, şuna koydukları gibi. Bu ne demek istediğim hakkında pek bir fikri olmayan masum yazıda, koyduğum ismi kendisinin seçme şansı olmadığını düşündüğü için bana bıraktı daha en başından. Bizim gibi yaptı yani. Bizde bıraktık, onlar tuttu ve tutturdu bir isim koydu önümüze ki biz ne istedik ki önümüze koydular bu anlamları dahi anlamsız olma ihtimali, anlamlı olma ihtimalleri kadar yüksek olan  kelimeleri. Herkes bir şeyler söylüyor, herkesten önce söylediği için, ondan sonraki herkes onun söylediklerine abone olarak, onu haklı çıkarıyor ve zincirleme döngü başlamış oluyor. Ondan ona satılarak.


Bahsetmek istediklerim; filozoflar, şair, yazar yani kelimelerle, cümlelerle, cilt cilt eserlerle, düşünmekten kaçındığımız olguları fikrimizin ince gülüne dayandırarak yansıtan önemli zatlar. Bunların içinde “filozoflar” çok enteresan geçekten. O dönemlerin yokluğu ve karmaşası içinde yapacak ve oyalanacak çok büyük alternatifler olmamasının sonucu olarak, beyinlerinin içinde dönüp duran uykusuz düşüncelerin farkına vararak, diğer insanlarda da farkındalık yaratmak için kendilerine bir görev tayin etmişler. Onlar şanslıydı filozof olmak için. Çünkü tüketilmiş hiçbir soru-cevap ya da üzerinde farklı teori-yaklaşım çalışmaları yapılacak  soyut-somut bir seçenek yoktu. Onlar tüketmek için mi bilinmez başlamışlar yola koyulmaya. Günümüzde filozof olacak kafa çok olsada, tüketilmiş o kadar çok kavram var ki, nerden başlasan karşına bir Platon, bir Aristo, hadi bir de Descartes olsun çıkacak ve adam haklı beyler diyip dağılacaktır istek parçalarınız.

Boşuna karmakarışıklaşmak olunmuyor. Olunca da böyle olunuyor. Umarım karmakarışık olan zihniniz, benim birbirinden bağımsız, gayrimeşru yazılarımla daha da karmakarışıklaşmıştır çünkü, ne kadar bulanırsa zihniniz sonunda dayanamayıp, o derece buharlaşıp uçup gidecektir. Doldur boşalt metodu. Otobüslerde sıkça karşımıza çıkan bir metottur bilirsiniz. hayır, yanlış bir bilgi oldu. Onların kullandığı metod daha çok; doldur doldur korkma! Boş yer yok, diye bir şey yok! sakın buna inanma. Kısaca “doldur boşaltma”  metodu. Ulan yazının sonunu katlettim az önce. Stand-upların olmazsa olmazları dolmuş muhabbetiyle final yaptım. Türk mizah geleneği naparsın. Naparsın? Ben buradan uzaklaşırken, merak edenler varsa yazıya doğru yaklaşır ve okumaya başlar. Belki yazının ikinci serisini çekerim, yazı tutarsa. Sanki milyonlar okuyor ya, o yüzden fazla havalara girmeden en iyisi aklıma eserse ikiyi de yazarız ya da başka konulara dalarız diyorum siz bana dalmadan, nokta koyuyorum.