19 Haziran 2013 Çarşamba

O. HENRY - Bitmemiş Bir Hikaye (An Unfinished Story)



Cehennem alevlerinden sözedildiği zaman artık inlemiyor veya başımızın üzerine küller serpmiyoruz.(katoliklerin dini bir adeti) Çünkü vaaz verenler bile bize Allah’ın radyum, ether veya bilimsel bir karışım olduğunu söylüyorlar. En kötüsü biz günahkarlar onun kimyasal bir tepkime olduğunu umabiliriz. Bu hoş bir hipotez, fakat yine de bizim, eski Ortodoks korkusu orada duruyor.

 Bir insanın özgür bir hayal gücüyle ve çelişkiye düşmeden anlatabileceği iki konu vardır.

Rüyalarınızı anlatabilirsiniz, bir papağanın neler anlattığını söyleyebilirsiniz, hem Morpheus (rüya tanrısı) hem de kuş yetersiz tanıklardır ve dinleyiciniz yapacağınız konuşmaya saldırmaya cesaret edemez..O halde temamı sevimli papağanın iki,üç kelimelik sınırlı konuşması yerine, özürler ve pişmanlıklarla dolu bir hayalin, mesnetsiz örtüsü süsleyecek.

Şimdi 'yüksek incelemeden' çıkartılan bir rüyam vardı, ki, antika, saygın, yası tutulan men edilen kıyamet teorisi olabilirdi.

Gabriel trompetini çalmıştı, aynısını yapamayan bizler ise yargılanmak üzere çağrıldık. Bir tarafta ciddi, siyahlar içinde, siyah yakalıkları arkada düğümlenmiş profesyonel borsacılar olduğunu farkettim, fakat sanki gayrimenkullerinin tapuları konusunda bir anlaşmazlık var görünüyordu. Bizlerden birini götürecek gibi gözükmüyorlardı.

Uçan bir polis - polis bir melek- uçarak geldi ve beni sol kanadımdan yakaladı. Yakınımda çok zengin giyimli bir grup ruh, yargılanmak için bekliyorlardı.

Polis “ sen de mi şu güruhtansın?” diye sordu.

Cevabım “ onlar da kim?” oldu.

“Niye, bilmiyor musun? onlar....”

Fakat bu ilgisiz şeyleri bırakıp asıl hikayeye gelelim:

Dulcie, bir mağazada çalışıyordu. Hamburg işi denen nakışlar, biblolar , biber dolması, oyuncak otomobil ya da alışveriş merkezlerinde satılan diğer küçük oyuncaklardan satıyordu. Kazancına gelince, Dulcie haftada altı dolar alıyordu. Küsurat hesabına yatırılıyor ve muhterem bay G tarafından muhasebe defterine başkasının hesabına borç olarak geçiriliyordu. Ah! Esas enerji, aziz doktor diyebilirsiniz – şey, o halde aziz enerjinin muhasebe defteri.

Mağazadaki ilk gününde, Dulcie’ye haftada beş dolar ödeniyordu. Bu miktarla nasıl geçindiğini anlatmak ders vermek olur. Umurunuzda değil mi? Tamam, büyük ihtimalle siz daha büyük rakamlarla ilgileniyorsunuz. Altı dolar büyük bir miktar. Size kızın haftada altı dolarla nasıl geçindiğini anlatacağım.

Bir akşam, saat altıda, Dulcie, şapkasının iğnesini – omurilik soğanının- sekiz inç yakınına tutturuyordu ki, Sadie adlı kız arkadaşına ki -sizin sol tarafınızda duruyor- şöyle dedi.

“Sade, bu akşam Piggy ile akşam yemeği randevum var”.

Sadie hayranlıkla “ Olamaz, çok şanslısın, Piggy korkunç şık biri, çıktığı kızları hep şık yerlere götürür, bir akşam Blanche’ı Hoffman’ın Yeri’ne götürmüş, moda müzikler çalıyor, güzel yemekler yiyorlar ve bir sürü şık insan görüyorsun Dulcie”
  
Dulcie aceleyle eve gitti. Gözleri parlıyordu ve yanakları şafak sökerken oluşan kızıllık gibi hayatın – gerçek hayatın- tatlı pembeliğini yansıtıyordu. Günlerden cumaydı ve son haftalığı olan elli senti vardı.

Caddeler iş çıkışının telaşlı kalabalığıyla doluydu, Broadway’in elektrik lambaları yüzlerce, binlerce millik uzaklardaki, karanlıklardaki pervaneleri alazlama okuluna çağırıyordu. Düzgün giyimli erkekler, usta denizcilerin kiraz çekirdeklerine kazıdıkları resimlere benzer yüzlerle dönüp, onlara aldırış etmeyen, hızlı hızlı giden Dulcie'ye bakıyorlardı. Gece açan kaktüs gibi Manhattan, ölü gibi beyaz, ağır kokulu yapraklarını açıyordu.

Dulcie ucuzcu bir mağazanın önünde durdu ve elli senti ile imitasyon bir dantel yaka satın aldı. Aksi halde bu para başka şeylere harcanacaktı, onbeş sent öğle yemeğine, on sent kahvaltıya, on sent de akşam yemeğine, küçük birikimine bir 5 sent daha eklenecekti, ve 5 sent meyan köklü şekerlere – dişiniz ağrıyormuş gibi yanağınızı şişirenlerine - gidecekti – meyan kökü şeker müsrifliktir neredeyse alem yapmaktır ama hayat zevkler olmadan neye benzer?

Dulcie mobilyalı bir odada oturuyordu, mobilyalı bir oda ile pansiyon odası arasında fark vardır. Mobilyalı odada diğer insanlar yatağa aç gittiğinizi bilmezler.

Dulcie odasına girdi, Batı Yakasının arkasındaki, kahverengi taş binanın üçüncü katı -gaz lambasını yaktı. Bilim adamları bize en sert taşın elmas olduğunu söylerler. Yanılıyorlar. Evsahipleri elmastan daha sert olan bir şey bilirler, öyle ki, elmas onun yanında macun gibi kalır. Onu gaz deliğine koyarlar, insan sandalyenin üzerine çıkıp, parmakları kızarıp, berelenene kadar boşuna kazmaya çalışırlar. Saç tokasıyla bile çıkartamazsınız. Çıkartılmayacak bir şey diyelim.

Böylece Dulcie gaz lambasını yaktı. Lambanın çeyrek mumluk ışığında odasını tarif edelim:

Bir çekyat, tuvalet masası, lavabo, bir sandalye, bu kadarcık olması evsahibinin suçuydu. Kalanı Dulcie’ye aitti. Tuvalet masasının üzerinde hazinesi duruyordu. Sadie’nin hediyesi olan yaldızlı bir porselen vazo, bir takvim, , rüya tabiri kitabı ve cam bir tabakta biraz pirinç unu, pembe fiyonkla bağlanmış kiraz şeklinde süsler.

Çatlak aynanın karşısındaysa çerçeve içinde General Kitchener, William Muldoon, Marlborough Düşesi ve Benvenuto Cellini’nin resimleri duruyordu. Karşı duvarda, Roma’lı başlığıyla O’Callahan’ın olduğu bir alçı duvar süsü vardı. Onun yanında da kelebek kovalayan limon rengi bir çocuk reprodüksiyonu vardı. Dulcie’nin sanattan anladığı tüm bunlardı ve kıza dert değildi, kimse izinsiz kopyalar için kızın canını sıkmıyordu, ne de hiçbir sanat eleştirmeni kelebek kovalayan çocuk yüzünden kaşlarını kaldırmıyordu.

Piggy, saat yedide gelecekti. Kız hazırlanırken, biz de dedikodu yapalım.

Dulcie odaya haftada iki dolar ödüyordu. Hafta içinde kahvaltısı on sente çıkıyordu. Giyinirken, gaz ocağında kahve yaptı ve yumurta pişirdi. Pazar sabahları ‘Billy’nin Restaurant’ında yirmibeş sente dana pirzola ve ananas kızartmasıyla krallar gibi kahvaltı yapıyor vee garsona da on sent bahşiş bırakıyordu. New York, insanı savurganlık yapmaya kışkırtan çok şey sunar. Hafta içi yemeğini mağazanın lokantasında öğle yemeğini altmış sente, akşam yemeğini de 1,05 dolara yiyordu. Akşam gazetesi –akşam gazetesi almamış bir New York’lu gösteremezsiniz!- altı sente geliyordu ve Pazar günü iki gazete – bir tanesi biri okumak diğeri iş ilanları için- onlar da on sent eder. Toplam miktar 4.76 dolar, şimdi insanın giysi alması gerekir ve ....

Vazgeçtim. Kumaşlar üzerine yapılan harika pazarlıklar ve iğne iplikle yaratılan mucizeler kulağıma geliyor. Ama kuşkum var. Dulcie'nin hayatına yazılmamış, kutsal, doğal, alın yazısı hükümlerden dolayı kadınların sahip olduğu şu eğlenceleri de ekleyecektim ki kalemim boşu boşuna havada kaldı, Kız, iki kez Coney Island'da lunaparkta atlı karıncaya binmişti. Eğlenceleri saatlerle değil de, yaz aylarıyla hesaplamak yorucu bir iş.

Piggy’ye gelince. Kızlar ona 'domuz' diye ad taktıkları zaman saygın domuz ailesinin üzerine haketmediği bir çamur atılmış oldu. Eski, büyü kitapçığındaki üç harfliler dersleri Piggy'nin biyografisiyle başlar. Şişmandı, fare kadar korkak bir yüreği, yarasa gibi alışkanlıkları ve bir kedinin asaleti vardı. Pahalı takımlar giyiyordu ve açlık konusunda uzmandı. Bir tezgahtar kıza bakarbakmaz, onun çay ve bonbon şekerleri dışında besleyici ne yeyip, yemediği hakkında sizinle yarım saat konuşabilirdi. Mağazaların olduğu yerlerde sinsi sinsi dolanır, tezgahtar kızları akşam yemeğine davet eder. Caddelerde köpeklerini gezdiren erkekler de ona bakarlar.öyle bir tip ki, daha fazla anlatamyacağım, kalemim onu tasvir edecek kadar marangoz değilim.

Yediye on kala Dulcie hazırdı, çatlak aynada kendine baktı ve görüntüsünden memnun kaldı,

Koyu mavi elbisesinde kırışıksız üzerine oturmuştu, siyah, şık tüylü şapkası, biraz kirli eldivenleri -hepsi feragat temsil ediyordu, özellikle yemek yemekten feragat ettiğini- çok yakışmıştı.

Bir an Dulcie güzel olduğu ve hayatın kendisine harika yanlarını göstermek için, esrarengiz peçesini kaldırmak üzere olduğu hariç her şeyi unuttu. Daha önce hiçbir beyefendi onu yemeğe davet etmemişti, şimdi bir anlığına büyük ve parıltılı dünyanın içine girecekti.

Kızlar Piggy’nin 'hovarda' olduğunu söylemişlerdi, müzik eşliğinde fiyakalı bir akşam yemeği bakacak muhteşem giysili hanımlar ve kızların isimlerini söylerken zorlanacakları yemekler olacaktı. Kuşkusuz kızı tekrar yemeğe davet edecekti. Bir vitrinde mavi ipek bir elbise görmüştü -haftada on yerine yirmi sent biriktirirse- bakalım Ah! Bu yıllar alır!- ama 7. caddede ikinci el giysi satan bir mağaza vardı...

Biri kapıyı vurdu, Dulcie kapıyı açtı, ev sahibi yüzünde kendini beğenmiş bir gülümsemeyle orada duruyor ve kaçak gazla pişirilmiş yemeği kokluyordu.

“Bay Wiggins adlı bir bey seni görmeye gelmiş”

Kendisini ciddiye almak zorunda olan bahtsız kişiler Piggy'ye böyle sesleniyorlardı.

Dulcie mendilini almak için tuvalet masasına uzandı ve orada durdu, alt dudağını dişledi, aynada kendisini uzun bir uykudan uyanan bir prenses gibi gördü. Kendisini üzgün, güzel ama kızgın gözlerle seyreden bir başkasını unutmuştu, kızın yaptığı şeyleri onaylayan veya lanetleyen tek kişi, uzun boylu, dobra, yakışıklı melankolik yüzünde üzgün ve insanı azarlar gibi bir bakışla tuvalet masasındaki resim çerçevesinden general Kitchener gözlerini kıza dikmişti.

Dulcie kurulu bir robot gibi pansiyoner kadına döndü

“Ona gelemeyeceğimi söyle, hasta olduğumu veya başka bir şey söyle”

Kapı kapanıp, kilitlendikten sonra Dulcie yatağına atlayıp başını yastığa gömüp on dakika boyunca ağladı. General Kitcehener onun tek dostuydu o Dulcie’nin beyaz atlı prensiydi, adam gizli bir derdi varmış gibi üzgün bakıyordu, muhteşem bıyığı bir rüyaydı, kız, adamın gözlerindeki şefkatli ama kızgın bakıştan biraz korktu. Günün birinde belinde uzun kılıcı çizmelerine şıngırdatarak kapıya gelip onu isteyeceğine dair fantezisi vardı. Bir gün bir oğlan çocuğu sokak lambasının altında şıkırtılar yapınca, generalin geldiğini sanıp pencereye koşmuştu ama kimse yoktu. Generalin Japonya’ya gittiğini ve vahşi Türklerle savaştığını ve yaldızlı çerçevesinden çıkmayacağını biliyordu ama o gece, ona bakmak bile Piggy’i unutturmuştu.

Ağlaması geçtikten sonra, Dulcie ayağa kalktı ve en iyi elbisesini çıkartıp, eski mavi kimonosunu giydi. Yemek yemek istemiyordu. İki dize dua okudu, sonra burnunu ucundaki kırmızı noktayla uzun süre ilgilendi sonra bir sandalye çekip, çekmecesinden eski iskambil destesini çıkartıp kendisine fal baktı.

Yüksek sesle “korkunç, küstah şey, bir daha onunla asla konuşmayacağım, bakmayacağım bile”.

Saat 9'da Dulcie, sandığından küçük bir kutu kraker ile ahududu reçeli çıkarıp bir güzel ziyafet çekti. General Kitchener'e de kraker üzerine sürülmüş reçel ikram etti ama adam kendisine bir sfenksin bir kelebeğe baktığı gibi baktı. - eğer çölde kelebekler varsa-

Dulcie “yemezsen yeme, hem öyle kızgın gözlerle, havalı havalı bakma, sen de haftada altı dolara çalışsaydın bu kadar kendini beğenmiş olur muydun merak ediyorum” dedi.

General Kitchener'e karşı kaba davranması Dulcie için hayra alamet bir şey değildi. Sonra yüzü sert bir şekilde aşağıya bakan Benvenuto Cellini'ye döndü. Ama bu bakışı mazur görebilirdi çünkü kız hep onun VIII. Henry olduğunu sanmıştı ve onu onaylamıyordu.

Dokuz buçukta, Dulcie şifonyerdeki resimlere son kez baktı, lambayı söndürdü ve yatağına yattı. General Kitchener, William Muldoon, Marlborough düşesi ve Benvenuto Cellini'ye iyi geceler bakışıyla bakarak yatmak korkunç bir şeydi. Bu hikayeden bir şey çıkacağı yoktu. Gerisi sonra geldi – Piggy, Dulcie'yi yine akşam yemeğine davet etti ve kız kendisini her zamankinden daha yalnız hissediyordu ve General Kitchener başka şekilde bakıyordu ve sonra...

Daha önce söylediğim gibi rüyamda güzel görünümlü meleklerin yanında durduğumu gördüm ve bir polis beni kanadımdan yakalayıp onlarla birlikte olup olmadığımı sordu.

Ben “onlar kim?” diye sordum.

“Bilmiyor musun? İşçi kızları haftada beş, altı dolara çalıştıran insanlar. Sen de o güruhtan mısın?”

Ben “ölümsüzlüğünüzün üzerine yemin ederim ki, onlardan değilim, ben sadece öksüzler evini ateşe verip, birkaç kuruş için kör bir adamı öldürdüm” dedim.


Orjinal Metin:   O'HENRY - An Unfinished Story

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder