Cehennem alevlerinden sözedildiği zaman artık inlemiyor veya
başımızın üzerine küller serpmiyoruz.(katoliklerin dini bir adeti) Çünkü vaaz
verenler bile bize Allah’ın radyum, ether veya bilimsel bir karışım olduğunu
söylüyorlar. En kötüsü biz günahkarlar onun kimyasal bir tepkime olduğunu
umabiliriz. Bu hoş bir hipotez, fakat yine de bizim, eski Ortodoks korkusu
orada duruyor.
Bir insanın özgür bir hayal gücüyle ve çelişkiye düşmeden
anlatabileceği iki konu vardır.
Şimdi 'yüksek incelemeden' çıkartılan bir rüyam vardı, ki,
antika, saygın, yası tutulan men edilen kıyamet teorisi olabilirdi.
Uçan bir polis - polis bir melek- uçarak geldi ve beni sol
kanadımdan yakaladı. Yakınımda çok zengin giyimli bir grup ruh, yargılanmak
için bekliyorlardı.
Polis “ sen de mi şu güruhtansın?” diye sordu.
“Niye, bilmiyor musun? onlar....”
Fakat bu ilgisiz şeyleri bırakıp asıl hikayeye gelelim:
Dulcie, bir mağazada çalışıyordu. Hamburg işi denen
nakışlar, biblolar , biber dolması, oyuncak otomobil ya da alışveriş
merkezlerinde satılan diğer küçük oyuncaklardan satıyordu. Kazancına gelince,
Dulcie haftada altı dolar alıyordu. Küsurat hesabına yatırılıyor ve muhterem
bay G tarafından muhasebe defterine başkasının hesabına borç olarak
geçiriliyordu. Ah! Esas enerji, aziz doktor diyebilirsiniz – şey, o halde aziz
enerjinin muhasebe defteri.
Mağazadaki ilk gününde, Dulcie’ye haftada beş dolar
ödeniyordu. Bu miktarla nasıl geçindiğini anlatmak ders vermek olur. Umurunuzda
değil mi? Tamam, büyük ihtimalle siz daha büyük rakamlarla ilgileniyorsunuz.
Altı dolar büyük bir miktar. Size kızın haftada altı dolarla nasıl geçindiğini
anlatacağım.
Bir akşam, saat altıda, Dulcie, şapkasının iğnesini –
omurilik soğanının- sekiz inç yakınına tutturuyordu ki, Sadie adlı kız
arkadaşına ki -sizin sol tarafınızda duruyor- şöyle dedi.
“Sade, bu akşam Piggy ile akşam yemeği randevum var”.
Sadie hayranlıkla “ Olamaz, çok şanslısın, Piggy korkunç şık
biri, çıktığı kızları hep şık yerlere götürür, bir akşam Blanche’ı Hoffman’ın
Yeri’ne götürmüş, moda müzikler çalıyor, güzel yemekler yiyorlar ve bir sürü
şık insan görüyorsun Dulcie”
Dulcie aceleyle eve gitti. Gözleri parlıyordu ve yanakları
şafak sökerken oluşan kızıllık gibi hayatın – gerçek hayatın- tatlı pembeliğini
yansıtıyordu. Günlerden cumaydı ve son haftalığı olan elli senti vardı.
Caddeler iş çıkışının telaşlı kalabalığıyla doluydu,
Broadway’in elektrik lambaları yüzlerce, binlerce millik uzaklardaki,
karanlıklardaki pervaneleri alazlama okuluna çağırıyordu. Düzgün giyimli
erkekler, usta denizcilerin kiraz çekirdeklerine kazıdıkları resimlere benzer
yüzlerle dönüp, onlara aldırış etmeyen, hızlı hızlı giden Dulcie'ye
bakıyorlardı. Gece açan kaktüs gibi Manhattan, ölü gibi beyaz, ağır kokulu
yapraklarını açıyordu.
Dulcie ucuzcu bir mağazanın önünde durdu ve elli senti ile
imitasyon bir dantel yaka satın aldı. Aksi halde bu para başka şeylere
harcanacaktı, onbeş sent öğle yemeğine, on sent kahvaltıya, on sent de akşam
yemeğine, küçük birikimine bir 5 sent daha eklenecekti, ve 5 sent meyan köklü
şekerlere – dişiniz ağrıyormuş gibi yanağınızı şişirenlerine - gidecekti –
meyan kökü şeker müsrifliktir neredeyse alem yapmaktır ama hayat zevkler
olmadan neye benzer?
Dulcie odasına girdi, Batı Yakasının arkasındaki, kahverengi
taş binanın üçüncü katı -gaz lambasını yaktı. Bilim adamları bize en sert taşın
elmas olduğunu söylerler. Yanılıyorlar. Evsahipleri elmastan daha sert olan bir
şey bilirler, öyle ki, elmas onun yanında macun gibi kalır. Onu gaz deliğine
koyarlar, insan sandalyenin üzerine çıkıp, parmakları kızarıp, berelenene kadar
boşuna kazmaya çalışırlar. Saç tokasıyla bile çıkartamazsınız. Çıkartılmayacak
bir şey diyelim.
Böylece Dulcie gaz lambasını yaktı. Lambanın çeyrek mumluk
ışığında odasını tarif edelim:
Bir çekyat, tuvalet masası, lavabo, bir sandalye, bu
kadarcık olması evsahibinin suçuydu. Kalanı Dulcie’ye aitti. Tuvalet masasının
üzerinde hazinesi duruyordu. Sadie’nin hediyesi olan yaldızlı bir porselen
vazo, bir takvim, , rüya tabiri kitabı ve cam bir tabakta biraz pirinç unu,
pembe fiyonkla bağlanmış kiraz şeklinde süsler.
Çatlak aynanın karşısındaysa çerçeve içinde General
Kitchener, William Muldoon, Marlborough Düşesi ve Benvenuto Cellini’nin
resimleri duruyordu. Karşı duvarda, Roma’lı başlığıyla O’Callahan’ın olduğu bir
alçı duvar süsü vardı. Onun yanında da kelebek kovalayan limon rengi bir çocuk
reprodüksiyonu vardı. Dulcie’nin sanattan anladığı tüm bunlardı ve kıza dert
değildi, kimse izinsiz kopyalar için kızın canını sıkmıyordu, ne de hiçbir
sanat eleştirmeni kelebek kovalayan çocuk yüzünden kaşlarını kaldırmıyordu.
Piggy, saat yedide gelecekti. Kız hazırlanırken, biz de dedikodu yapalım.
Vazgeçtim. Kumaşlar üzerine yapılan harika pazarlıklar ve
iğne iplikle yaratılan mucizeler kulağıma geliyor. Ama kuşkum var. Dulcie'nin
hayatına yazılmamış, kutsal, doğal, alın yazısı hükümlerden dolayı kadınların
sahip olduğu şu eğlenceleri de ekleyecektim ki kalemim boşu boşuna havada
kaldı, Kız, iki kez Coney Island'da lunaparkta atlı karıncaya binmişti.
Eğlenceleri saatlerle değil de, yaz aylarıyla hesaplamak yorucu bir iş.
Piggy’ye gelince. Kızlar ona 'domuz' diye ad taktıkları
zaman saygın domuz ailesinin üzerine haketmediği bir çamur atılmış oldu. Eski,
büyü kitapçığındaki üç harfliler dersleri Piggy'nin biyografisiyle başlar.
Şişmandı, fare kadar korkak bir yüreği, yarasa gibi alışkanlıkları ve bir
kedinin asaleti vardı. Pahalı takımlar giyiyordu ve açlık konusunda uzmandı.
Bir tezgahtar kıza bakarbakmaz, onun çay ve bonbon şekerleri dışında besleyici
ne yeyip, yemediği hakkında sizinle yarım saat konuşabilirdi. Mağazaların
olduğu yerlerde sinsi sinsi dolanır, tezgahtar kızları akşam yemeğine davet
eder. Caddelerde köpeklerini gezdiren erkekler de ona bakarlar.öyle bir tip ki,
daha fazla anlatamyacağım, kalemim onu tasvir edecek kadar marangoz değilim.
Yediye on kala Dulcie hazırdı, çatlak aynada kendine baktı
ve görüntüsünden memnun kaldı,
Koyu mavi elbisesinde kırışıksız üzerine oturmuştu, siyah,
şık tüylü şapkası, biraz kirli eldivenleri -hepsi feragat temsil ediyordu,
özellikle yemek yemekten feragat ettiğini- çok yakışmıştı.
Bir an Dulcie güzel olduğu ve hayatın kendisine harika
yanlarını göstermek için, esrarengiz peçesini kaldırmak üzere olduğu hariç her
şeyi unuttu. Daha önce hiçbir beyefendi onu yemeğe davet etmemişti, şimdi bir
anlığına büyük ve parıltılı dünyanın içine girecekti.
Kızlar Piggy’nin 'hovarda' olduğunu söylemişlerdi, müzik
eşliğinde fiyakalı bir akşam yemeği bakacak muhteşem giysili hanımlar ve
kızların isimlerini söylerken zorlanacakları yemekler olacaktı. Kuşkusuz kızı
tekrar yemeğe davet edecekti. Bir vitrinde mavi ipek bir elbise görmüştü
-haftada on yerine yirmi sent biriktirirse- bakalım Ah! Bu yıllar alır!- ama 7.
caddede ikinci el giysi satan bir mağaza vardı...
Biri kapıyı vurdu, Dulcie kapıyı açtı, ev sahibi yüzünde
kendini beğenmiş bir gülümsemeyle orada duruyor ve kaçak gazla pişirilmiş
yemeği kokluyordu.
“Bay Wiggins adlı bir bey seni görmeye gelmiş”
Kendisini ciddiye almak zorunda olan bahtsız kişiler
Piggy'ye böyle sesleniyorlardı.
Dulcie mendilini almak için tuvalet masasına uzandı ve orada
durdu, alt dudağını dişledi, aynada kendisini uzun bir uykudan uyanan bir
prenses gibi gördü. Kendisini üzgün, güzel ama kızgın gözlerle seyreden bir
başkasını unutmuştu, kızın yaptığı şeyleri onaylayan veya lanetleyen tek kişi,
uzun boylu, dobra, yakışıklı melankolik yüzünde üzgün ve insanı azarlar gibi
bir bakışla tuvalet masasındaki resim çerçevesinden general Kitchener gözlerini
kıza dikmişti.
Dulcie kurulu bir robot gibi pansiyoner kadına döndü
“Ona gelemeyeceğimi söyle, hasta olduğumu veya başka bir şey
söyle”
Kapı kapanıp, kilitlendikten sonra Dulcie yatağına atlayıp
başını yastığa gömüp on dakika boyunca ağladı. General Kitcehener onun tek
dostuydu o Dulcie’nin beyaz atlı prensiydi, adam gizli bir derdi varmış gibi
üzgün bakıyordu, muhteşem bıyığı bir rüyaydı, kız, adamın gözlerindeki şefkatli
ama kızgın bakıştan biraz korktu. Günün birinde belinde uzun kılıcı çizmelerine
şıngırdatarak kapıya gelip onu isteyeceğine dair fantezisi vardı. Bir gün bir
oğlan çocuğu sokak lambasının altında şıkırtılar yapınca, generalin geldiğini
sanıp pencereye koşmuştu ama kimse yoktu. Generalin Japonya’ya gittiğini ve
vahşi Türklerle savaştığını ve yaldızlı çerçevesinden çıkmayacağını biliyordu
ama o gece, ona bakmak bile Piggy’i unutturmuştu.
Ağlaması geçtikten sonra, Dulcie ayağa kalktı ve en iyi
elbisesini çıkartıp, eski mavi kimonosunu giydi. Yemek yemek istemiyordu. İki
dize dua okudu, sonra burnunu ucundaki kırmızı noktayla uzun süre ilgilendi
sonra bir sandalye çekip, çekmecesinden eski iskambil destesini çıkartıp
kendisine fal baktı.
Yüksek sesle “korkunç, küstah şey, bir daha onunla asla
konuşmayacağım, bakmayacağım bile”.
Saat 9'da Dulcie, sandığından küçük bir kutu kraker ile
ahududu reçeli çıkarıp bir güzel ziyafet çekti. General Kitchener'e de kraker
üzerine sürülmüş reçel ikram etti ama adam kendisine bir sfenksin bir kelebeğe
baktığı gibi baktı. - eğer çölde kelebekler varsa-
Dulcie “yemezsen yeme, hem öyle kızgın gözlerle, havalı havalı
bakma, sen de haftada altı dolara çalışsaydın bu kadar kendini beğenmiş olur
muydun merak ediyorum” dedi.
General Kitchener'e karşı kaba davranması Dulcie için hayra
alamet bir şey değildi. Sonra yüzü sert bir şekilde aşağıya bakan Benvenuto
Cellini'ye döndü. Ama bu bakışı mazur görebilirdi çünkü kız hep onun VIII.
Henry olduğunu sanmıştı ve onu onaylamıyordu.
Dokuz buçukta, Dulcie şifonyerdeki resimlere son kez baktı,
lambayı söndürdü ve yatağına yattı. General Kitchener, William Muldoon, Marlborough
düşesi ve Benvenuto Cellini'ye iyi geceler bakışıyla bakarak yatmak korkunç bir
şeydi. Bu hikayeden bir şey çıkacağı yoktu. Gerisi sonra geldi – Piggy,
Dulcie'yi yine akşam yemeğine davet etti ve kız kendisini her zamankinden daha
yalnız hissediyordu ve General Kitchener başka şekilde bakıyordu ve sonra...
Daha önce söylediğim gibi rüyamda güzel görünümlü meleklerin
yanında durduğumu gördüm ve bir polis beni kanadımdan yakalayıp onlarla
birlikte olup olmadığımı sordu.
Ben “onlar kim?” diye sordum.
“Bilmiyor musun? İşçi kızları haftada beş, altı dolara
çalıştıran insanlar. Sen de o güruhtan mısın?”
Ben “ölümsüzlüğünüzün üzerine yemin ederim ki, onlardan
değilim, ben sadece öksüzler evini ateşe verip, birkaç kuruş için kör bir adamı
öldürdüm” dedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder