9 Ocak 2013 Çarşamba



 KARMAKARIŞIKLAŞMAK


Sabah kalktığında gitmen gereken yerler vardır. Belki akşam. Peki ya  gece? Zamanın herhangi bir diliminde anlaşalım. Evet, yapman gereken zorunlu olsun yahut olmasın bir şeyler vardır ama, oturduğun köşende o kadar sinmiş ki üzerine aklında kalanlar. Kokusunu çıkarmadan üstünden, ayrılmak istemezsin kala kaldığın yerden. Öylece bir noktaya odaklanmışsındır ki; geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman birbirine girmiş, büyük bir kavgayı ayırıyor muşsun gibi hissedersin. Sesler, uğultular, daha kötüsü büyük çığlıklar. O kafanın içindedir ki; buna engel olamamak, seni umutsuzluğa sürükleyen, aciz bir soyut kavarama dönüşür. Sen o soyutlukta hiç deniz görmeyen biri gibi, o denizin üzerinde duracakmışsın gibi düşüncelere bürünürsün. Oysaki içine girdiğinde ya boğulacaksın ya da çırpındıkça daha da batacaksın. Kurtulma şansı yok mu? Bunu bilseydim o soyut okyanusundan, somut kıyılara çoktan çıkmış olurdum. Halen çırpınıyorum. Bir çoğumuz gibi batıp çıkarak bir şans bekliyorum işte. Beklide şanslıyız bununla yetinebilenlerle. Ya hiç şansı olmayanlar? Çoktan boğulup gidenler ? Onlar da istemez miydi çırpınarak birkaç dalga, birkaç deniz köpüğü daha görmek. Ben bu kafamın içinde, süzgeçlerimde takılı kalan unutulmuş gerçeklere: “karmakarışıklaşmak” diyorum. Aslında onlarca bir şeyler söylenebilinir. Pek bir numarası yok bu tanımın bahsettiklerimin karşısında. Ama bir şeylere isim koyulmalı; bize, ona, şuna koydukları gibi. Bu ne demek istediğim hakkında pek bir fikri olmayan masum yazıda, koyduğum ismi kendisinin seçme şansı olmadığını düşündüğü için bana bıraktı daha en başından. Bizim gibi yaptı yani. Bizde bıraktık, onlar tuttu ve tutturdu bir isim koydu önümüze ki biz ne istedik ki önümüze koydular bu anlamları dahi anlamsız olma ihtimali, anlamlı olma ihtimalleri kadar yüksek olan  kelimeleri. Herkes bir şeyler söylüyor, herkesten önce söylediği için, ondan sonraki herkes onun söylediklerine abone olarak, onu haklı çıkarıyor ve zincirleme döngü başlamış oluyor. Ondan ona satılarak.


Bahsetmek istediklerim; filozoflar, şair, yazar yani kelimelerle, cümlelerle, cilt cilt eserlerle, düşünmekten kaçındığımız olguları fikrimizin ince gülüne dayandırarak yansıtan önemli zatlar. Bunların içinde “filozoflar” çok enteresan geçekten. O dönemlerin yokluğu ve karmaşası içinde yapacak ve oyalanacak çok büyük alternatifler olmamasının sonucu olarak, beyinlerinin içinde dönüp duran uykusuz düşüncelerin farkına vararak, diğer insanlarda da farkındalık yaratmak için kendilerine bir görev tayin etmişler. Onlar şanslıydı filozof olmak için. Çünkü tüketilmiş hiçbir soru-cevap ya da üzerinde farklı teori-yaklaşım çalışmaları yapılacak  soyut-somut bir seçenek yoktu. Onlar tüketmek için mi bilinmez başlamışlar yola koyulmaya. Günümüzde filozof olacak kafa çok olsada, tüketilmiş o kadar çok kavram var ki, nerden başlasan karşına bir Platon, bir Aristo, hadi bir de Descartes olsun çıkacak ve adam haklı beyler diyip dağılacaktır istek parçalarınız.

Boşuna karmakarışıklaşmak olunmuyor. Olunca da böyle olunuyor. Umarım karmakarışık olan zihniniz, benim birbirinden bağımsız, gayrimeşru yazılarımla daha da karmakarışıklaşmıştır çünkü, ne kadar bulanırsa zihniniz sonunda dayanamayıp, o derece buharlaşıp uçup gidecektir. Doldur boşalt metodu. Otobüslerde sıkça karşımıza çıkan bir metottur bilirsiniz. hayır, yanlış bir bilgi oldu. Onların kullandığı metod daha çok; doldur doldur korkma! Boş yer yok, diye bir şey yok! sakın buna inanma. Kısaca “doldur boşaltma”  metodu. Ulan yazının sonunu katlettim az önce. Stand-upların olmazsa olmazları dolmuş muhabbetiyle final yaptım. Türk mizah geleneği naparsın. Naparsın? Ben buradan uzaklaşırken, merak edenler varsa yazıya doğru yaklaşır ve okumaya başlar. Belki yazının ikinci serisini çekerim, yazı tutarsa. Sanki milyonlar okuyor ya, o yüzden fazla havalara girmeden en iyisi aklıma eserse ikiyi de yazarız ya da başka konulara dalarız diyorum siz bana dalmadan, nokta koyuyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder